Özel Beyaz Bireysel Gelişim ve Aile Danışma Merkezi - 0212 231 6112 / 0532 201 4180

 

   

        Güç, iktidar, üstün olmak, hep en üstte olmak. Savunulan değerler bunlar olunca, kişiyi en yukarı taşıyacak her yolu da mübah saymak gerekiyor. En üstte olma isteği, çoğunlukla içinde hırsı, öfkeyi, korku salmayı, kibiri, hemen bir “öteki” yaratmayı ve o “öteki”ni değersizleştirmeyi de barındırıyor. Çevremize şöyle bir baktığımızda, şiddet içerikli eylemlerin ve söylemlerin her alanda ne kadar yaygınlaşmış olduğunu rahatlıkla görebiliriz. “Akran zorbalığı” olarak tanımlanan, çocukların kendi yaşıtlarına fiziksel ve sözlü şiddet kullanmaları olgusu, çok küçük yaş gruplarında bile gözlenir oldu; giderek daha çok sayıda çocuk akran zorbalığına maruz kalıyor, akranlarının önünde küçük düşürülüyor. Okula çakı getirip çocukları tehdit etmek, okul çıkışı “hesaplaşmalar”, öğretmenlerin ve müdürlerin dövülmesi sıklıkla duyar olduğumuz haberler. Trafikte şiddet, aile içi şiddet, mecliste şiddet, sporda şiddet, savaşlar…


     Ayakta kalmanın neredeyse tek yolunun bu “oyunu” kurallarına göre oynamak olduğu böyle bir ortamda, anne-baba, şiddeti, değersizleştirmeyi, saldırganlığı bir değer olarak kabul etmeyi reddediyorsa, çocuğunu nasıl yetiştirecek? Çocuğunun barışsever, adil, heyecanları, tutkuları olan, sevgi dolu, saygılı, emeğe önem veren, doğaya özenle davranan bir yetişkin olmasını arzulayan anne-babalar, çocuklarının bu güç odaklı ortamda zarar görmemelerini nasıl sağlayacaklar? Çocuğun “Evet, gücü ve şiddeti biliyorum, ama istemiyorum” demesi mümkün mü? Belki de soruyu daha cesurca sormak gerekir: Anne-babalar iktidara tutkulu kişiler açısından bakıldığında bir “öteki” yaratmayı göze alabilecek mi? 8 yaşında bir erkek öğrenci annesine soruyor: “Bu zamana kadar hiç kimseye vurmamamı söylediniz. Şimdi de sana vurana sen de vur diyorsunuz. Ben kendimi savunmak için onlar gibi mi olayım?”

     Sınırsız bir güce sahip olma fikri, kişileri her zaman büyülemiştir. Sihirbazlar, cadılar, doğaüstü yaratıklar, fantastik filmler, hiç bir şeyden etkilenmeyen kahramanlar, insanların sınırsız güç fantazilerine hizmet ederler. Kişinin yetersizlik duyguları, hayalindeki bir hedefe ulaşmaya gücünün yetmediğini fark etmesinin yarattığı çaresizlik, bu tip figürlerin ortaya çıkışıyla bir ölçüde hafifletilir, en azından bir süre için de olsa bilinçdışına itilir. Aynı şekilde bir diktatörle ya da bir dini liderle özdeşleşmek, o kişiyle bağ kurmak da kişinin kendisiyle ilgili yetersizlik algısının hafiflemesini sağlar. Burada işleyen mekanizma “sihirli tümgüçlülük fantazisi”dir.

     Görüldüğü gibi, iktidar olmanın ve ona giden her yolun geçerli sayıldığı bir ortamda, bunları kabul edilebilir değerler saymayan çocuklar yetiştirmek hiç de kolay değil.

 

Bu durumda anne-babaların nelere dikkat edebileceklerini ve neler yapabileceklerini kısaca gözden geçirelim:

 

    Ağaç yaşken eğilir. Çocuklukta bize sunulan değerler ve yaşam biçimi, bir ömür boyu peşimizi bırakmaz. Bazı kalıplarımızı ve bakış açılarımızı zaman içinde değiştirebilsek de kendimizle ilgili bazı inanışları değiştirmemiz oldukça zordur. Bu inanışlar, çok küçük yaşlarda şekillenmeye başlar ve çoğu zaman bilinçaltına gömülür. Bu nedenle de davranışlarımızı aslında bu inanışların şekillendirdiğinin farkına bile varmayız. Örneğin “Ben değer verilmeyi hakeden bir insanım” inanışında olan bir kişiyle, “Ben değersiz biriyim” inanışında olan bir kişinin olayları algılama ve tepki verme şekilleri, hayattaki seçimleri, başetme mekanizmaları, kendilerine koydukları hedefler birbirinden oldukça farklı olacaktır. Bu inanışların oluşumunda en büyük pay hiç şüphesiz ki anne-babalara aittir.

     Güç, iktidar, şiddet çok eleştirilen kavramlar olmalarına rağmen, bu özelliklere sahip kişilerin, bu içerikteki gerçek olay ve sanatsal yapımların aynı zamanda hayranlık uyandırdığı da bir olgudur. Bu değerleri reddeden bir çok kişi, güç uğruna izlenen yolları, kullanılan yöntemleri merak edebilir. Aslında çok az insan kelimenin tam anlamıyla eşitliğe, adalete, hakkaniyete, işbirliğine ve uzlaşmaya inanır. “Dünyaya gelmek için bile önce bir yarışma kazandık ne de olsa!” ne kadar da tanıdık gelen bir söylemdir.

     Sonuçta bir elma ağacından armut toplayamayız. Bu nedenle, çocuğuna belli değerleri aktarmaya çalışan anne-babanın çocuklarına nasıl örnek olduğu son derece önemlidir. Çocuklar açısından bakıldığında, anne-babanın o konu hakkında gerçekte neler hissettiğini farketmek ve bir şeyin nasıl yapıldığını izlemek, o konu ile ilgili olarak verilen önerilerden ya da yönlendirmelerden çok daha belirleyicidir. Anne-babanın dedikleriyle yaptıklarının tutarlı olması gereklidir. Burada çok katı bir tutarlılıktan bahsetmiyoruz; hepimiz insanız ve kimi zaman savunduklarımızın dışında kalan davranışlar sergileyebiliriz. Burada önemli olan, bu davranışlarımızı çocuklarımıza onların da mantığının alabileceği şekilde anlatabilmektir. Bu noktayı biraz daha netleştirmek için örneklemekte yarar var. Anne-baba barıştan, uzlaşmadan yana olduklarını söylüyorlar, ancak televizyonda gördükleri bazı kişilerle sürekli olarak tek taraflı kavga ediyorlar. Anne-baba hayvanları çok sevdiğini söylüyorlar, hayvan haklarını savunuyorlar, ama evdeki karınca ve sivrisineklere çok hoşgörülü yaklaşmıyorlar. Kimse hakkında kötü konuşmamak gerektiğini söylüyorlar, ancak trafikte bir çok kişiye demediklerini bırakmıyorlar. Önemli olanın yarışmak olduğunu, birinci ya da ikinci olmanın bir önemi olmadığını söylüyorlar, ancak tuttukları takımın maçını izlerken kendilerinden geçiyorlar. 

     Kişinin kendini somut veya soyut bir tehdit altında hissetmesi ve korunmaya ihtiyaç duyması otorite figürlerine duyulan ihtiyaçla doğru orantılıdır. Çocuk, güvenliğinin yok olacağını, ihtiyaçlarının karşılanmayacağını hissettiğinde ya da haklarına bir saldırı olduğunu düşündüğünde korkabilir ve öfkelenebilir. Kendisi için önemli bir yetişkin tarafından anlaşılmamak da çocuk açısından bir tehdittir; kendini güvende hissetmez. Bir çatışmanın ortasında kalmış bir yetişkin, odası kendinden habersiz karıştırılan bir çocuk, haksız yere ceza alacağından korkan bir ergen kendisini tedirgin hisseder.

     Çocuğun güven duygusu öncelikle anne-babaya duyduğu güvenle oluşmaya başlar. Çocuğun neye ihtiyacı olduğunu çocuğun gözünden anlamaya çalışan, çocuklarına verdikleri sözleri tutan, kuralları bir mantık dahilinde olan anne-babaların çocukları büyüdükçe, içinde yaşadıkları dünyanın güvenilir bir yer olduğunu düşünmeye başlarlar. Bu çocuklar, anne-babaların kendilerine alan açmaları, yeni şeyler denemelerine izin vermeleri, meraklarını desteklemeleri sonucunda da, kendilerine güvenmeye başlarlar. Bu bütünlüğü yakalamış çocuklar, başkalarına yaslanmaya, kendi içlerindeki eksik güven duygusunu başkalarının tamamlamasına pek de ihtiyaç duymazlar; kendi kendilerine yeterler, kendilerinden hoşnutturlar. Keyfi bir otorite, iktidar hırsı onlar için çok büyük anlamlar taşımaz.

     Arno Gruen, sürekli itaat etmeye ya da kendi benliği dışında davranmaya zorlanan bir çocuğun giderek kendine yabancılaşmaya ve sonunda kendini sevmemeye başlayacağını belirtir. Bu çocuk artık kendini gerçekleştirmek yerine anne-babasının beklentilerine uygun davranmak zorundadır. Çocuğun kendi istek ve arzularının bir belirleyiciliği yoktur; “Ben böyle istiyorum” deme hakkına sahip değildir. Çocuk kendi içindeki duyguları bastırmaya uğraşır, çünkü bu duygular onun anne ve babasıyla olan ilişkisini zora sokar. Bir çocuğun bunu göze alması zordur, sonuçta anne ve babasının bakımına muhtaçtır. Zaman içinde çocuk kendine iyice yabancılaşmaya başlar. Ancak bir dayanağa da ihtiyaç duyduğundan, kendini unutup anne-babasını idealize eder; anne-babası iyidir, yolunda gitmeyen bir şey varsa bundan kendisi sorumludur. Çocuk, zaman içinde anne ve babasının sevgiden yoksun tutumlarını içselleştirir; kendisine ait tüm duygular, ihtiyaçlar ve yorumlar ise kendi varlığına yönelik birer tehdide dönüşür. Bu şekilde yetişmiş çocuklar, kendi benliklerini geliştirmek ve kendi süreçlerine odaklanmak yerine bir otorite figürüne yönelirler.

     Bir otorite figürüne yaslanma ihtiyacı duyan kişinin en büyük eksiklerinden biri de içselleşmiş bir “baba” figürüdür. Burada, baba figürü daha çok “yapı” ve “kurum” anlamında kullanılmaktadır. Baba veya onun yerini tutabilecek kişiler/ kurumlar, çocuğun güven ve çerçeve arayışını tam anlamıyla karşılayamadığı zamanlarda, çocuk bu ihtiyacını çok farklı şekillerde, örneğin çok katı bir ahlak anlayışıyla doldurabilir. Özellikle, ergenlik dönemindeki genç, bir yandan dışarıya yönelmek, anne-babadan ayrışmak, büyüklenmeci fantaziler kurmak isterken bir yandan da güvenebileceği, tutunabileceği bir figür peşindedir. Genç, bu işlevi görecek bir baba modelini içselleştirememişse kendisine güçlü bağlanma nesneleri aramaya başlar. Sonuç olarak, böyle bir bağlanmanın, öfke, kendini değersiz hissetme, bedel ödetme, utanç ve suçluluk gibi çok kuvvetli duygular sonucu ortaya çıkabildiğini söylemek mümkündür. Bu kişiler, küçük yaşlarında şiddet içeren davranışlarının sonucundaann ve babaları tarafından “reddedildiklerinde”, kendilerinden kaçınıldığında ve kendilerine anlayış gösterilmediğinde, yine aynı kısır döngünün içine düşerler; yani şiddet eylemlerinden ötürü duydukları suçluluğu, utancı, yine şiddete başvurarak çözmeye çalışabilirler.

 

     Olumlu duygular kadar olumsuz duygular da doğduğumuz andan itibaren içimizde mevcuttur. “Ben hiç öfkelenmem. Asla kıskanmam” gibi söylemler aslında “Bu duygularımı öyle bastırmışım ki, artık neye dönüştüklerini bile farkedemiyorum” anlamına gelir. Ruhumuzun daha “karanlık” tarafı olarak tanımlanabilecek korku, öfke, kıskançlık, üzüntü, endişe, şiddet hepimizin içinde var olduğuna göre, bu duyguları yok saymak yerine onları nasıl işlediğimiz ve nasıl dışa vurduğumuz önemlidir

     Anne-babaların çocuklarının olumsuz duygularını görmezden gelmek ya da engellemek yerine, bunları kabul etmeleri ve uygun bir biçimde dışa vurmalarını öğretmeleri önemlidir. “Benimle bu şekilde konuşamazsın!” “Bunda kızacak ne var şimdi!” “Bizim evde hiç ses yükselmez! Buna çok önem veririz!” şeklindeki yaklaşımlar, çocuğa sadece beğenilen yönlerini sergilemeyi, onaylanmayan yönlerini ise işlenmemiş, çiğ bir şekilde içinde tutmayı öğretir.

     Olumsuz duygularını işleyememiş bir kişi hem kendisini hem de diğer kişileri “siyah” ve “beyaz” olarak algılamaya başlar. Bu bakış açısı, kişiyi dünyada, kendisinden yana olan “iyiler” ve kendisine karşı olan “kötüler” olduğu inanışına götürür. Bu “kötüler” tehdit edicidir, kişiyi ele geçirebilir, ona zarar verebilir. “Kötü” algısı ise, sihirli bir güce olan ihtiyacımızı artırır. Karşımızdaki kötüyse, ondan bize kötülük geleceği için ona güvenemeyiz, kendimizi ona teslim edemeyiz. Düşüncede esneklik bu şekilde kaybolduğunda, tehlike çanları çalmaya başlar. Algı, “benden yana olanlar” ve “bana karşı olanlar” olarak keskin bir şekilde ikiye bölündüğünde ise “dişe diş” mantığı çalışmaya başlar. Kişinin kendini koruması için sanki hep uyanık olması ve bedel ödetmesi gerekmektedir.

     Bu çocuklar, öfke içeren davranışlarının sonucunda kişi olarak reddedildiklerinde, kendilerinden kaçınıldığında ve kendilerine anlayış gösterilmediğinde, yine aynı kısır döngünün içine düşerler; yani şiddet eylemlerinden ötürü duydukları suçluluğu, utancı, yine şiddete başvurarak çözmeye çalışabilirler. Bu da, çocuğun, öfkesini, hiddetini, hasetini, kibirini rahatlıkla sergileyen kişilere yanaşmasına, kendi yansıtamadıklarını onlar üzerinden yansıtmasına neden olur.

     Sonuç olarak, herkesin içinde “iyi” ve “kötü” yanlar vardır ve kişinin kendisini bir “bütün” olarak algılaması, bütünlük algısı ve kendine güvenin oluşması açısından çok önemli bir yapıtaşıdır. Her yaştaki bireyin kendisindeki güçlü ve zayıf yönlerin farkında olması ve bunları kabullenmesi, onun kendi kendisini yönetebilmesini, kendini koruyacak önlemler alabilmesini, adımlarını daha düşünerek atabilmesini sağlar. İhtiyaçlarının farkında olan kişi, bunları gidermek üzere ilk gördüğü çekici odağa sığınmaz. Diğer bir deyişle, bu farkındalık, kişinin kendi değerleri doğrultusunda yaşamasını kolaylaştırır, onu sahip olduğu gücün ötesinde güçlü hissettirecek bir güç odağına sığınma ihtiyacını azaltır.

    Evde duygular daha çok eylemle mi sözcükler mi dışa vuruluyor? Diyelim ki uzun zamandır beklediğimiz güzel bir haber aldık. Bir anda sandalyeden fırlayıp sağa sola koşturmak da sevindiğimizi gösterir, “çok sevindim” deyip arkadaşımızın boynuna sarılmak da. Bu iki tepki çeşidi arasındaki ince fark, duygu kelimelerinin kullanılmasında yatmaktadır. Bir evin içinde duygu kelimelerinin kullanılması, çocuğun öncelikle duygularını tanımasını, ayırdetmesini, bir durumla, o durumda içinde oluşan duyguları birleştirebilmesini sağlar. Kısacası, çocuk, olay-duygu-düşünceleri arasında bir neden-sonuç ilişkisi kurmayı öğrenir. Bu beceri hem kendi duygu, düşünce ve niyetlerini hem de karşısındaki kişinin duygu, düşünce ve niyetlerini daha kolay anlamasını sağlar.

     Konumuz şiddet ve iktidarın yaygın olduğu bir ortamda, çocuklarımızı bu değerlerden uzak tutarak nasıl yetiştirebileceğimiz olduğuna göre, özellikle çatışma yaşanan ortamlarda çocuğumuzun hem kendisinin hem de karşısındakinin iç dünyası hakkında bir fikir sahibi olması son derece önemlidir. Aksi takdirde, sadece üstünlüğe ve iktidara gönül vermiş insanların kullandıkları “sorun çözme” yöntemlerine baş vurmaları işten bile değildir: Kısasa kısas yöntemi. “Madem sen geçen gün benim kalemimi izinsiz aldın, o zaman ben de senin silgini alırım.” “Sen geçen gün sinemaya götüreceğine söz vermiştin, ama götürmedin, o zaman ben de odamı toplamıyorum”. Olaylara bu şekilde yaklaşmanın yetişkinlik döneminde sorunların çözümünü ne kadar çıkmaza soktuğu ortada.

     Karşımızdaki kişinin durumunu anlamak, onun bakış açısını, seçimlerini onaylamak anlamına gelmez, ancak, bir çatışma anında, olaylara o kişinin de gözünden bakabilmeyi kolaylaştırır. O kişiyle iletişim kurarken nasıl bir dil kullanmamızın daha verimli olacağı yönünde bir fikrimiz olur. Kendi zihnimizden geçenleri sözel olarak anlaşılır bir şekilde ifade edebildiğimizde ve karşı tarafa onu anladığımızı hissettirdiğimizde bir anlaşma zemini bulmak daha kolaydır. Bunun yanında, kendisinin neyi niçin yaptığını tanımlayabilen bir çocuk, “Benim canım öyle istedi! Sana mı sorucam!” diyen bir çocuğa karşı kendisini savunabilir; gerektiğinde o çocuktan kendini ayrıştırabilir. Dediğim dedik bir çocuğun kendini ezmesine izin vermez. Zaten zorbalık peşinde olan çocuklar da daha sessiz, kendini savunamayan çocukları seçerler.

    Çocukların kendi iç kaynaklarını keşfetmeleri de çocukların kendilerine güvenmelerinde çok önemli bir rol oynar. Spor, doğa içinde yapılan etkinlikler, yaratıcı, sanatsal etkinlikler, çocukların kendilerini keşfetmelerinde ve kendilerini ifade etmelerinde çok yardımcıdır.

     Ne pahasına olursa olsun üstün olmanın değer kabul edildiği ve insanların bu güç odaklarına ve otorite figürlerine bağlanması için çok sayıda neden sunulan bir dünyada, bu değerlere prim vermeyen bir çocuk yetiştirmek bir anlamda akıntıya kürek çekmek gibi gözükebilir. Otorite figürlerini yücelten bir çok kişi, algısını bu seçimini destekleyecek biçimde şekillendirmeye başlar; gerçekler, yaptıkları seçimlerle örtüşmüyorsa bu gerçekleri ya reddeder ya da farklı şekilde algılamak ister. Bu kişiler sorgulama becerilerini yitirmeye başladıklarında kendilerini sanal bir mutluluk içinde hissedebilirler. Bunun örneklerini en net bir biçimde bazı tarikatlardan çıkabilmiş kişilerin anlattıklarında görebiliriz.

     Anne-babaları bekleyen zorlu karar, kolay yolu mu zor yolu mu seçecekleridir. Çocuğun şu anda dünyada genel geçer değerlere ayak uydurarak kendini güçlü ve mutlu sanması mı, yoksa kendisini gerçekten mutlu edecek ve kişi olarak “güçlü” ve özgür hissettirecek yolları kendi çabasıyla keşfetmeyi öğrenmesi mi? Çocuğa hedefe odaklanmayı mı sürece odaklanmayı öğretmek mi?