Özel Beyaz Bireysel Gelişim ve Aile Danışma Merkezi - 0212 231 6112 / 0532 201 4180

 

 

     Dünya tarihinde belki de ilk kez, dünya üzerindeki tüm insanlar olarak aynı konuyu konuşuyoruz: COVID19. Evlerimize sığınmış da olsak işyerimizde de olsak aklımızda olan “Ben ve yakınlarım bir saldırıya uğrar mıyız?” sorusu. Şu anda “dış dünya” hepimiz için korkutucu, bizleri ele geçirme ve zarar verme olasılığı çok yüksek. Çember giderek daralıyor ve tehlikenin bize yaklaşma olasılığı artıyor. “Dış dünya” ne demek? Dış dünya algımız nasıl oluşuyor? Bu algının temelleri nasıl atılıyor?

 

     Bu noktada, öncelikle Bion’dan bahsetmek yerinde olacaktır. Bion, 1. Dünya Savaşı’nda, henüz 19 yaşında bir gençken tankçı olarak görev alıyor ve savaş alanında kendisini travmatize eden sahnelere şahit oluyor. Daha sonraları bu konu hakkında düşündüğünde, bu çiğ yaşantıları onun için daha tahammül hale getirebilecek birilerinin varlığına ne kadar ihtiyaç duyduğunu fark ediyor. Ve bu şekilde aşağıda ayrıntılı bir şekilde bahsedeceğimiz kavramlarını geliştiriyor.

 

     Öncelikle, Bion’un “kapsama” kavramı ile başlamak yerinde olacaktır. Kapsama, şu şekilde tanımlanabilir: Bir kişinin, başka bir kişiden gelen ve genellikle olumsuz olan yansıtmaları alabilmesi, onlara anlam vermesi ve dönüştürerek geri vermesi. Dönüştürülmüş ve geri yansıtılmış bu yaşantı artık kişi için daha baş edilebilir ve üzerinde düşünülebilir bir hal almıştır. İlk bakışta oldukça karmaşık görünen bu durum, aslında anne-bebek ilişkisi içinde sıklıkla gerçekleşen ya da en azından gerçekleşmesini beklediğimiz bir olgudur. Bir bebeğin ne kadar yoğun duygular üretebileceğini düşünelim. Karnı acıktığında, bekletildiğinde, banyosunun suyu soğuk olduğunda, canı sıkıldığında öfkesi, engellenmişlik duygusu, korkuları onu ele geçirmeye başlar. Bu durumda bebek ne yapar?  Bu çiğ ve “kötü” parçalarını annesine yansıtır. Bu durumda annenin yapabileceği iki şey vardır, bu duyguları bebeğin taşıyabileceği hale dönüştürmek ya da bu duyguları ona olduğu gibi geri yansıtmak. Örneğin, banyonun suyu soğuk geldiği için mutsuz olan bir bebeği düşünelim. Anne bunu fark edip “A, banyonun suyu soğuk mu geldi sana? Bir dakika bekle, hemen biraz ısıtayım, şimdi oldu mu? Rahat etti mi benim bebeğim?” dediğinde, bebeğin duygusunu almış, onu hissetmiş, onu sözcüklere dönüştürmüş ve durumu bebeğin tahammül edeceği bir hale getirmiş ve ona geri yansıtmıştır. Bu yansıtmalar, bebeğin kendi duygularını ve düşüncelerini fark etmesini ve onları isimlendirmesini sağlar.

 

     Öte yandan, bebek mutsuzluğunu ifade ettiğinde, bunu umursamayan, kendisi de hemen dağılıveren ya da bağırarak susturmaya çalışan bir anne bebekten gelen olumsuz parçaları dönüştürmeyi başaramamıştır. Bu anne için de bebek için de korkutucu bir deneyimdir: Bebek, kendi yansıttığı olumsuz parçaları yansıtan annesinden korkar, anne de bebekten gelen olumsuz parçalardan.

 

     Çoğu annenin az ya da çok dönüştürme, diğer bir deyişle “sindirme” becerisi olduğunu belirtmek gerekir. Bebeğin annesine gönderip geri aldığı şey yalnızca dönüşmüş bir deneyim değildir, annenin bir parçası da bu dönüştürmenin içinde yer almaktadır.  Çiğ duyumlara “beta-elementi” ismi verilir, beta elementleri işlenmediği zaman, duygulanımlar eylem olarak ya da ilkel bir biçimde dışa vurulur, ancak bir düşünceye dönüşemez. “Alfa-elementleri” ise, beta elementini anlaşılabilir ve tahammül edilebilir hale sokan elementlerdir. Bunlar bebeğin duygusal ve zihinsel gelişiminin yapı taşlarını oluştururlar.

 

     Annenin dönüştürme işlevini yerine getirmesi için “düşlem kapasitesi”nin de olması gerekir. Anne ancak bebeğin durumunu düşlemleyebildiği zaman ondan gelen yansıtmalara bir anlam verebilir; diğer bir deyişle annenin bebekten gelen sinyalleri anlamak için onun zihnine girmesi önemlidir. Anne ve bebek arasında ileri-geri giden bu dönüştürme işlevi, onları ister istemez duygusal bir ilişkinin de içine sokar.

 

     Winnicott ise annenin “tutma” işlevinden bahseder. Tutma hem fiziksel hem duygusal boyutu olan bir eylemdir. Anne ve bebek bu tutulmanın içinde “bir” olurlar, bu bir olma halinin içinde bebek kendisine nelerin sunulduğunu ve nelerin engellendiğini bilemez. Çocuk dünyayı annesi üzerinden tanır. Anne, “yeterince iyi bir anneyse”, çocuğun kendi dışındaki dünyada olan bitenleri “iyi iç nesneler” olarak içselleştirmesine yardımcı olur; çocuk bu şekilde dünyaya güvenir, annesi yanında olmadığı zamanlarda da annesini hayal ederek sorunlarıyla baş edebilir. Çocuk büyüdükçe, anne-baba, çocuğun tutulduğunu, desteklendiğini hissettiği bir ortam yaratarak onun yavaş yavaş kendi özerkliğini kazanmasına yardımcı olurlar.

 

     Bowlby de çocuğun anneyle oluşturduğu bağlanma modelleri üzerinden kendi “içsel haritaları”nı oluşturduğunu anlatır.

     

     Sadece birkaçından bahsettiğimiz bu önemli teorisyenlerin bizi getirdiği önemli nokta şudur: İlk dönemde annemizle olan yaşantılarımız bizim güven duygumuzun ne şekilde oluştuğunu ve dış dünyayı nasıl algıladığımızı önemli ölçüde belirler. Annenin bebeği yatıştırma kapasitesinin olması ve bebeğin de bu kapasiteyi içselleştirmesi, onun dış dünya ile arasına bir filtre koymasını kolaylaştırır; bu filtrenin ne çok geçirgen ne de çok katı olması gerekir.

 

     Çocuğun güven duygusunun oluşması için en temelde iki öge gerekir: Annenin çocuğun duygusal ve fiziksel ihtiyaçlarını doğru olarak anlaması ve bu ihtiyaçları gidermesi ile annenin çocuk ve dışarıdaki dünya arasında bir tampon, bir dönüştürücü görevi görmesi. Çocuk, dışarıda olan biteni kendi başına yorumlamakta zorlanacağı için annesinin verdiği tepkilerden ipuçları yakalamaya çalışır. Aşırı korumacı, aşırı kaygılı, aşırı kırılgan, aşırı müdahaleci ve aşırı sert anneler, çocuklarında bir dış dünya korkusu oluştururlar: Dışarıdan alınan yiyecekler zararlıdır, parkta salıncaktan düşme tehlikesi vardır, el yıkanmazsa kesin hastalık kapılır, diğer çocuklar zarar verebilir, odanın mutlaka toplu olması gerekir, çocuğun güvenliği için eşyaları karıştırılabilir, kurallar her şeyden önemlidir, annelere cevap verilmez.

 

     Şu anda hepimiz bir dış dünya tehdidi altındayız, hepimizin “ele geçirilme” ihtimali var. Çocuklar için bizler dönüştürücü yetişkinler olabiliriz. İçinde bulunduğumuz bu  zorlu süreçte birçok anne-baba, çocuğuyla dış dünya arasında bir kalkan olmaya çalışmaktadır. Birçok kaynakta, çocuklara nasıl davranılması gerektiği ve onlarla ne tür etkinlikler yapılabileceği anlatılmaktadır. Anne-babalar kendi aralarında birçok paylaşımda bulunmaktadırlar. Tüm bu etkileşimlerin sonucunda, anne-babaların hem kendileri hem de anne-babalık işlevleri bu şekilde kapsanmış olmaktadır.

   

    Ancak anne-baba olan ya da olmayan “yetişkinler” söz konusu olduğunda bu dönüştürücü işlevin nasıl sağlanacağı biraz daha karmaşık bir hal almaktadır. Şu anda tüm yetişkinlerin kapsanmaya ve yaşadıkları deneyimlerin daha tahammül edilir hale getirilmesine ihtiyaçları vardır, herkes bir kapsayıcı aramaktadır. Böyle bir durumda “kapsayıcı” kim ya da ne olacak? İçimizdeki “kötü parçaları” kime yansıtacağız? Kim onları bizim için anlayacak, dönüştürecek ve modifiye edilmiş haliyle bize sunacak? Bu noktada durup kendimizin ve çevremizdeki kişilerin neler yaptıklarına, nasıl tepkiler verdiklerine bakabiliriz. Kimimiz hemen kendimizi oyalamaya başladık, kimimiz başkaları için bir şeyler yapmaya başladık, kimimiz bilgilerimizi sosyal medya üzerinden paylaştık, kimimiz sürekli istatistikleri takip ettik, kimimiz felaket videoları izledik, kimimiz de sürekli dertlendik, endişelendik, şikayet ettik ve birilerinin bize yardım etmesini istedik. Kimimiz “kahraman” olduk, sürekli vermeye, insanları iyi hissettirmeye çalıştık, sanki hayata olan borcumuzu ödedik.  Kimimiz “kurban” olduk, ihtiyaçlarımızın gözardı edilmesinden, gözden kaçmaktan korktuk, sanki hayatın bize bir borcu vardı ve biz alacağımızı alamadan bu dünyadan gidecektik Kimimiz etrafta olan biten her şeyle fazlasıyla ilgilendik, her şeyi siyah-beyaz olarak algıladık, uyumakta zorlandık, her okuduğumuz şeyden türlü anlamlar çıkardık. “Ya olursa?” sorusunu hiç aklımızdan çıkaramadık. Her korku durumunda olduğu gibi kimimiz kaçtık, kimimiz donduk, kimimiz savaştık.

 

     Verdiğimiz tepkiler büyük ölçüde içselleştirdiğimiz annesel işlevler ve geliştirdiğimiz savunma mekanizmaları ile bağlantılı. Şu anda hepimiz, ilk doğduğumuz anda olduğu gibi bir bilinmezin içine atılmış durumdayız, bu nedenle de insanın en temel kaygısı olan “Var olmaya devam edebilecek miyim?” kaygısı son derece kuvvetli. Tıpkı o dönemlerde olduğu gibi somut bakıma ihtiyacımız var. Hepimiz sıcak ve temel ihtiyaçlarımızı giderebileceğimiz bir ortama, sağlıklı yiyeceklere, temiz olmaya, dinlenmeye, eğlenmeye ihtiyaç duyuyoruz. Bunun yanında duygusal ihtiyaçlarımız da var: Şefkatli bir bakış, kendimizi değerli hissedeceğimiz bir ortam, takdir edilmek, üretmek, birisinin bizi dinlemesi, aranmak, düşünülmek, onaylanmak gibi.

 

     Bu dönemin geçmişi, bugünü ve yarını düşünme zamanı olduğundan bahsediliyor. Bu kişisel yolculukta ele alacağımız boyutlardan bir tanesi de dış dünyadan gelen bir tehdit karşısında nasıl tepki verdiğimiz ve bunun nedenlerini anlamak olabilir; bu dönem belki de bizim için bir terapi deneyimi kadar değerli bir farkındalık süreci yaratabilir. Dış dünyada somut olarak var olan bir tehdit bizde hemen ölüm olasılığını mı çağrıştırıyor, yoksa bu durumda çevremize neler verebileceğimizi mi? Hemen bir şeyleri kaybetmekten mi korkuyoruz yoksa bu dönemi kendimiz için nasıl daha verimli bir hale dönüştürebileceğimizi mi düşünüyoruz? Neden? Şu an içimizde yaşadığımız duygular daha önce yaşadığımız hangi duygulara benziyor? Bunlar üzerinde düşünmek ve kendimizi yatıştırmanın yeni yollarını keşfetmek içimizdeki “anneyi” güçlendirebilir, değiştirebilir ya da yerine yenisini koymamızı sağlayabilir.

 

 

Yararlanılan Kaynaklar

-Rielenberg-Malcolm, R.

https://counsellingfoundation.org/usp-content/uploads/2015/07/Bions-theory-of-containment-Ch.12

https:// www.ukessays.com  “Holding and Containing”-Winnicott (1960)