Bir süredir Marmara Denizi’nde meydana gelen deniz salyası, diğer adıyla müsilaj, sorunsalı ülkemizin gündeminde. Çeşitli bölgelerinde kendimizi serin sularına bıraktığımız, maviliği içimizi açan, bakmalara doyamadığımız, iyot ve yosun kokularının burnumuza buram buram geldiği güzelim denizlerimizden eser yok son günlerde. Her zamankinden farklı bir renkte, farklı bir görünümde, bulanık bir deniz. Bizi sakinleştiren, rahatlatan yani bize iyi gelen denizlerimiz şimdi bizi kaygılandırıyor. Gözümüz balıklar yerine atıklar görüyor. Bunlar gözümüzün gördüğü, yüzeydeki somut etkiler. Bir de belki de çok daha kaygılandırıcı olan gözümüzün göremediği ve henüz bilemediğimiz etkiler var. Mesela denizin dibine çöken salyaların denizin içindeki canlılara ve onların yaşam alanlarına nasıl zarar vereceği gibi.
Müsilaj sorunsalının kaynağında sıcaklıkların yüksek olması ya da denizin durağan olması gibi iklimsel faktörler rol oynarken aynı zamanda atıkların suyu kirletmesi gibi beşeri faktörlerden de bahsedilmektedir. Bir deniz, belki de her zaman kapsayamıyor bir şeyleri. Bion’un teorisine göre, bebek ilk başlarda beta sinyalleri yayar. Bu sinyaller henüz dil becerileri gelişmediği için ağlamalar şeklinde olabilir. Anne ise, bebekten gelen bu beta sinyallerini anlamlandırır. Örneğin uykusu geldiği için ağladığını tahmin etmeye çalışabilir. Annenin anlamlandırdığı beta sinyalleri artık alfa sinyallerine dönüştürülmüştür. Bebekten gelen sinyalleri anlamlandırıldıkça, anne bebeğin ihtiyacını karşılayabilen ve onu duygusal anlamda kapsayabilen bir anneye dönüşür. Annenin kapsayıcı ve dönüştürücü işlevi bir bebeğin hem fiziksel hem de duygusal anlamda hayatta kalmasıyla yakından ilişkilidir.
Sınırları belirli, içi su ile kaplı deniz formu anne rahminin bir temsili gibidir. Anne rahmi, anne kucağı ve denizin içinin kapsayan olması, içinde güven barındırması en ideal olanıdır. Ancak bu müsilaj sorunsalıyla birlikte, denizler sanki dile geldi ve “Artık kapsayamıyorum, gelen beta atıkları çok fazla, onları dönüştüremiyorum, iklim ve doğa şartları da dönüştürebilmem için yardımcı olamıyor, havalar çok sıcak ve durgun. Lütfen sesimi duyun, çaresizliğimi görün ve destek olun” diyor. Tıpkı bir annenin, çocuğundan gelen beta sinyallerini dönüştürebilmek için zaman zaman başka kişilerden (babaya, tecrübeli büyüklere) destek alması gibi, denizlerimiz de bizden destek istiyor.
Bu desteği istemek için seçtiği yol çok çarpıcı elbette. Sanki anca biz denizin bu görüntüsünü, bu dışavurumunu görünce anlayabildik halini. Merak ettik derinlerinde de olup bitenleri. Tam da bu nedenle, denizdeki dışavurumun ruhsal dışavurumlarla paralelliği dikkat çekiyor.
Bazen ruhsal dünya da atıklarla dolar. Duygular birikir, ifade edilmediğinde toksikleşmeye ve zarar vermeye başlar. Düşünceler ve algı bozulur. Denizin içindeki suyun kimyasının değişmesi gibi ruhsal kimya da değişir. Bazen bu değişim sessizce olur, derinde olur. Yavaş yavaş ruhsallığı esir alır ve yıllar boyu böyle de gidebilir. Yıllarca devam eden bir zehirlilik hali gibi. Bazen de bu değişim çarpıcı bir şekilde olur, kıyıya vurur. Göz görür, kulak işitir. İşte o zaman genellikle, “semptom” adı verilen yardım çağrısıyla danışan ve terapistin yolu kesişir. Yardım istemenin en görünür halidir belki de bu. Örneğin bir çocuğun kızdığı zaman başkalarına vurması ya da bir ergenin kendine zarar verme düşlemlerinin olması gibi. Beden, somut bir ifade aracı işlevi gördüğünde başına türlü türlü tehlikeler gelebilir. Müsilajın, denizin içinde meydana gelen karmaşayı gözler önüne sermesi gibi beden de duygusal dünyada olup bitenleri anlatmanın bir yolu olarak tercih edilebilir. Bedenselleştirme (somatizasyon) ilkel bir savunma biçimi olduğundan duygusal açıdan sağlıklı olmaktan çok uzaktır. Hatta, ifade aracı olarak kullanıldığında bedeni hastalandırarak ölüme yakınlaştırabilir.
Her koşulda hangi durumların, hangi duyguların, hangi deneyimlerin ruhsal dünyanın sağlığını bozduğu keşfedilmelidir. Bunun için eğer görünür bir semptom var ise, çocuk ve ebeveynler bir uzmanla buluşup keşif sürecine başlarlar. Özellikle çocuklar açısından, ruhsal kimyalarında meydana gelen atıkları fark edebilmek ve bunun için sözel olarak destek istemek pek mümkün olamadığından, anne ve babaların sıkı bir gözlemci olması gerekir.
Tıpkı denizdeki suyun sağlığının değerlendirilmesi gibi, duygusal dünyada işler ne kadar yolunda gidiyor, hangi duygular fazla geliyor ve kapsanamıyor, ne zamanlarda ne tür atıklar birikiyor ve bu birikmeyi önlemek amacıyla nasıl bir destek sunulsa yararlı olur gibi noktaları göz önünde bulundurmakta fayda var. Bazen ebeveynler, kendi duygusal atıklarını çocuklarına bilinçli ya da bilinç dışı bir yerden aktarabiliyorlar. Böyle bir durumda, müsilajın yayılması gibi, olumsuz duygular da daha geniş bir alana yayılır. Çocuklar kapsayan değil kapsanan konumunda olmaya ihtiyaç duyarlar. Ebeveyn-çocuk ilişkisinde zaman zaman destek olmak ya da sevilmeyi garantilemek için çocukların yetişkin kapsayıcılığı konumuna geçmeye çalıştıklarını biliyoruz. Ebeveyn olarak rollerin değişmemesine özen göstermek ve yetişkin konumunu terk etmemek, kapsayıcı işlevleri akılda tutmak ve bu işlevleri sağlayabilmek adına destek kanalları oluşturmak çok önemli.