Başlık aksini vaat ediyormuş gibi görünse de bu yazıda travmasız bir çocuk yetiştirmenin püf noktaları verilmeyecek. Hatta daha çok, böylesi püf noktalarının varlığı ve geçerliliği sorgulanacak. Ne de olsa, sunulan bu püf noktaları çoğu zaman birbirleriyle çatışma içerisinde oluyorlar. Peki ya anne babalar hangisine inanacaklar? Hal böyle olunca, bu tavsiyeler yardımcı olmaktansa ebeveynlerin kafasını daha da karıştırabiliyor. Kafasına yatan bir kılavuzu rehber edinen ebeveynler, bazen önerilerin işe yaradığını görse de bu durum sürekliliğini koruyamıyor ve ebeveyni günün sonunda daha yetersiz ve çaresiz hissettirebiliyor, sanki kendilerinde bu ana-babalık ile ilgili hep eksik olan bir şeyler varmış gibi. Bu da, çevremizde birçok kaygılı ve şüphe içinde ebeveynler görmemize sebep oluyor. Peki ya, bu bir sorun mu? Anne-babaların kaygıdan muaf mı olması gerekir? Bu mümkün müdür?
Çocuğunu minimum zarar ile yetiştirme arzusu bir ebeveynin en doğal ve makul isteği olsa gerek. Seanslarda da sıkça karşılaşırız, anne-babalar, anne-baba adayları veya bir gün ebeveyn olmanın hayalini kuran yetişkinler çocuklarını en az hasarla, hatta belki de hiç hasarsız yetiştirme hayallerinden konuşurlar. Bazen bunu açık açık anlatırlar, bazen ise ebeveyn olarak yaşadıkları yetersizlik ve suçluluk hislerinden bahsederek yaparlar bunu. Bazı çocuksuz yetişkinler ise kimi zaman ebeveyn olmanın onları ne kadar korkuttuğundan dem vururlar, belki de bu tehlikeli dünyaya bir çocuk getirmek hiç de mantıklı değildir. Yani sadece kelimenin somut anlamıyla anne baba olanların değil, bir çocuğu olmasa da anne veya baba olmak üzerine konuşanların dahi bir kaygı deneyimlemesi çok doğal çünkü bu hissedilen, tam da ana-babalığın kendisine içkin bir kaygı. Ebeveynliğin tabiatı itibariyle deneyimlenen bu kaygı, haliyle, ebeveynleri bu işin güya var olan sırrına vakıf bir yetkili/Öteki arayışına götürüyor. Bu Öteki çoğunlukla, onlara çözümler sunan popüler psikoloji kaynakları oluyor. Ebeveynler, bu ana-babalığın tam göbeğindeki o boşluğu yani kaygıyı doldurmaya yarayacak “somut” öneri ve çözümlere bakınıyor ve popüler psikoloji külliyatı da bu boşluğu tıkamaya çalışıyor.
Oysa ki, ailelerin bu kaygılarını yatıştırmaya yönelik onlara verilen “travmasız ya da az travmalı çocuk yetiştirme” öğütlerinin birçoğu artık klişeleşmiş durumda. Bunlardan biri de çocuklarla “her şeyi konuşmak”. Burada, muhtemelen iki soru zihinlerde beliriyor. Bunlardan ilki, bu tavır çocuklardaki “travmayı” onarır mı? İkincisi de, çocuklarla her şeyi konuşmak mümkün mü? Çok katmanlı bir irdelemeyi içermese de, bir komedi dizisi olan Modern Family’deki aile içi bir kriz durumu ilk soruyu somutlaştırıyor. Dunphy ailesi, Amerika’da yaşayan “modern” bir ailedir. Bir sabah, ailenin üç çocuğu anne babalarının evlilik yıl dönümlerini kutlamak amacıyla onların yatağına sürpriz kahvaltı götürür fakat kapının açılmasıyla o “travmatik” sahne ile karşılaşırlar. Çocuklar, çığlıklar içinde kaçarlar ve anne ile baba, “yakalanmanın” utancı içinde ne yapmaları gerektiğini kendi aralarında tartışmaya başlarlar. Çocuk yetiştirme ile ilgili babadan kat be kat bilgili olan anne, ne yapılması gerektiğinden de emin gibidir: Her şey konuşulacaktır! Çocuklar karşılarına alınacak, onlara yatak odasında olan bitenin ne olduğu, seksin ne demek olduğu ve asla utanılmaması gereken bir şey olduğu anlatılacaktır. Çocuklar ise annelerinin onlarla “her şeyi konuşmak” isteyeceğini bildiklerinden ayrıca bir panik içerisindedirler ve asla bunları duymak istemedikleri için bir süreliğine evden kaçarlar. Sonra ortaya çıkar ki, anne Dunphy de çocukken kendi ebeveynlerini yanlışlıkla “görmüş”, ve ebeveynleri onunla bu durumu hiç konuşmadan hayatlarına devam etmiştir. Anne, kendi ketum ebeveynlerinin onda yarattığı travmayı çocuklarına yaşatmamak amacıyla olan biteni konuşmak ve çocuklarından bu travmayı silmek istemektedir ki bunu yapar da: çocuklarını alır karşısına, onlarla her modern anne babanın yapacağı gibi konuşur. Çocuklar ise ne yapar dersiniz? Önceden kararlaştırdıkları üzere anne anlatırken ona koca bir tebessümle bakarak başka hayaller kurarlar ve asla onu dinlemezler, tıpkı sıkıcı derslerde yaptıkları gibi. Sonuç olarak, annenin bu kitaplardan fırlama tavrının çocuklarında işe yarar bir etkisi olmaz, bu “travma” onarılmaz. Senaristlerin amacı büyük olasılıkla bu değildir ama böylece, bu işin tek bir doğrusunun, bir geçer yolunun olmadığı da görülür.
İkinci soru ise çocuklarla her şeyi konuşmanın, onlara her şeyi anlatmanın imkanı sorusu. Bu soruyu Renata Salecl, Kaygı Üzerine* adlı kitabında bir vaka üzerinden ele alıyor ve çocuklara her şeyi anlatabilmenin ancak “satır aralarında konuşan bir bilinçdışı” olmasaydı mümkün olabileceğini savunuyor. Salecl kitabında, Psikanalist Catherine Mathelin’in bir vakasından bahsediyor. Bu vakada Arthur, 7 yaşındadır. Ailesi, oğullarının hırçın davranışlarından ve takıntılı bir şekilde çizdiği hep aynı resimden şikayet eder. Bu resmin hikayesinde, bir deniz fili yumurtaları sürekli kırar ve yumurtalar hep ölür. Anne, Arthur’un sanki herkesi “doğramak” istediğini düşünür. Baba ise eşinin tüm pedagojik tavsiyeleri hatmetmiş olduğundan övgüyle bahseder. Hatta, ailecek zor bir olay atlatmışlardır ve Arthur’a da bu olay açıkça anlatılmış, asla bu konuda bir sır bırakılmamıştır. Bu travmatik olayda, Arthur’un kardeşi dünyaya gelecekken bir beyin hasarı oluşmuş ve anne de özürlü bir çocuk ile ilgilenmek istemediğini söyleyerek gereğinin yapılmasını doktorlardan rica etmiştir. Doktorlar, etik olarak böyle bir talebe yanıt veremeyeceklerini söyleseler de kısa bir süre içinde bebek ölmüş ve bu ölümün doğal yollardan olup olmadığı bir muamma olarak kalmıştır. Psikanalist Mathelin, Arthur’un semptomlarını annesinin bir katil olup olmadığına dair zihnindeki soru işaretinin bir yansıması olarak değerlendirir. Arthur, annesinin söze dökemediği şeylerle, yani onun bilinçdışındaki fantezi ve arzusuyla nasıl başa çıkacağını bilemez. Burada, semptom devreye girer. Bu semptomlarla Arthur, şiddetin, birilerini öldürmek istemenin yanlış bir şey olmadığını annesine göstermek ister gibidir. Arthur’un semptomu, annesinin bilinçdışı suçluluğuna ve kaygısına bir şekilde konuşur, onu yatıştırmaya çalışır. Anne, Arthur’un travma yaşamaması için ona her şeyi anlatmış olsa da kendi bilinçdışının satır aralarında dile gelmesini engelleyememiştir. Böylece ikici soruya şu yanıt önerilebilir: bilinçdışı orada olduğu sürece –ki hep oradadır- her şeyi tüm açıklığıyla söze dökmek, asla her şeyi anlatmak değildir.
Anne babalığın kendisine dahil olan ve ondan koparılamayacak olan bir kaygıdan bahsettik. Bu durumda, ebeveynlerin günlük hayatın sorularına yanıtlar bulma çabasının baki kalacağı yadsınamaz. Bu arayışa çözüm odaklı, genellikle tek tipçi ve hızlı karşılıklar verme iddiasında olan merciler de her zaman olacaktır. Fakat biz, bilinçdışının hesaba katılmadığı bir formülün önünde sonunda bir yamadan öteye gidemeyeceğini savunursak eğer bu bizi iflah olmaz bir kötümserliğe sürüklemez mi? Bu kılavuzlar da hayalini kurduğumuz eksiksiz ve tutarlı bilgiyi bize sağlamayacaksa elimiz kolumuz iyice bağlanmış olmaz mı? Bunlar kaygı uyandırıcı ama bir o kadar da haklı sorular, fakat ancak bir kılavuz değişikliğine gidilmediği müddetçe. Sadece günlük yaşamın krizlerine dair soruların peşine takılmaktansa durup, kendimize yönelteceğimiz bazı soruların peşine düşmek radikal bir kılavuz değişikliği değildir de nedir? “Neden benim ebeveynliğimde hep bir şeyler eksikmiş/yanlışmış/tersmiş gibi? Bu böyle olmak zorunda mı?” “Neden benim çocuğum/müstakbel çocuğum sanki hep zarar görüyor ve ben onu koruyamıyorum?” “Ben illa da kendi annem/babam gibi veya onların tam zıttı mı olmalıyım?”. Boşluğa fener tutan bu birkaç başlangıç sorusu ailelere hiç ummadık yeni kapılar açacaktır.
*Salecl, R. (2013). Kaygı üzerine. Çev.: Aksoy, BE İlk baskı, Metis Yayınları, İstanbul.