Hep daha öne hep daha öne hep daha öne…
Hep daha öne hep daha öne hep daha öne. Sürekli bir kaygı, sürekli bir etrafı kollama hali. Kaygıyı azaltıp rahatladığın anda birileri seni geçebilir ve ondan sonra ömür boyu ya kendini suçlarsın ya da başkalarına hesap verirsin. Ekmeğin aslanın ağzında olduğuna inanmak. Başkalarını geride bırakmak, başkalarını “mecburen” geride bırakmak. Başkalarını geride bırakmak için denenen yollar. “Rekabet” sözcüğü, artık kullanmadığımız bir zeka testinde, “Sözcük Dağarcığı” bölümünün en zor sorusuydu ve çocuklar genellikle bu sözcüğün anlamını bilemezlerdi. Oysa son zamanlarda, “rekabet” ten önceki, yani daha kolay olduğu varsayılan birçok sözcüğün anlamını bilmemelerine karşın, bu sözcüğü ayrıntılı bir şekilde tanımlamaya başlamışlardı.
Hayatına rekabete girmemiş olan kimse var mıdır? Hepimiz en azından bir “Aferin” almak, övülmek ya da ilgi çekmek için birisiyle rekabete girmişizdir (Ernst, 2016). “Ben” kavramı toplumumuzda giderek daha çok değer atfedilen bir kavrama dönüşmektedir. “Tabii ki hak ediyorum, ben buna değerim.” sıklıkla duyduğumuz ifadelerdir. Kendini bu kadar önemsemek ister istemez diğerlerini daha az önemsemeyi de beraberinde getirir; bir kişinin büyük bir alan kaplaması için diğerlerinin daha küçük bir alan kaplaması gereklidir.
Yarışmak: “Daha….”. “En….” Okul başarısı, “En yüksek notları sen al!”, spor “En hızlı sen koş, en çok puanı sen al!”, sanat “Resmin yarışmada birinci seçildi mi?”, güzellik “Kaç bedensin? Saçların sarı, ne kadar güzel. Benimkiler sadece kahverengi.”, popülerlik “Kaç takipçin var?”, maddi kazanç “Arabanız ne marka? Kaç arabanız var? Nerede oturuyorsunuz?”, şöhret “Hiç ummadığım yerlerde bile beni tanıyanlar oluyor”, bilgi “Bu konuyu esas ben bilirim”, trafik “Benim gibi bir şoförün tabii ki en önde olması gerekir”, sahip olunan eşyalar “Benim hem playstation’ım, hem X-Box’ım, hem akıllı telefonum, hem ipad’im, hem wii’m hem de odamda kendi televizyonum var”, ilgi alanları “Tenis oynuyorum, dalıyorum, İspanyolca öğreniyorum, keman çalıyorum, kayak yapıyorum, uzayı inceliyorum, reçel yapıyorum, barınaklara gidiyorum, origami yapıyorum, resme ilgim var, Avrupa liglerindeki tüm futbolcuları sayabilirim , zeka “Puanı söylemiyorlar ama üstün zekalıymışım”, saygınlık “Bana fikir danışmadan adım atmazlar”, bilgisayar oyunları “Benim yaşımda bu level’ı atlayan yok!”. Daha önde, daha üstte olmak için mi? Bir işi daha iyi yapabilmek, ortaya daha iyi bir ürün koyabilmek için mi? Bir gözün arkada bir gözün önde olmasıyla, sürekli çevreyi kollayarak kendimizi yaptığımız işe ne kadar verebiliriz? Sadece birinin önüne geçmek, evet bir tatmin sağlar, ama bu tatmin ne kadar sürer ve ne işe yarar? Sürekli yarışmanın nasıl yararları var?
Bu soruların yanıtlarında değerlerimiz ve önceliklerimiz yatıyor. Doğal olarak çocuklara da bu değerler aktarılıyor. Yarışmadan, öne geçmeden “başarılı” ve sonucunda da “mutlu” olunamayacağına yürekten inanmışız. Mutluluğun tanımı “başarılı” olmak (Nasıl anlayacağız?), toplum içinde “saygın” bir konuma sahip olmak (Kim tanımlıyor? Standart bir tanımı mı var?), “zengin” olmak (Sonunda Ege kıyılarında bir kasabada domates yetiştirebilmek için) olduğu sürece, bu ölçütleri kendimiz yaratıp kendi kurduğumuz kalıplar içinde sürdürdüğümüz sürece, hamster çarkından inmemiz olanak dışı. Aslında rekabet de sıklıkla kullandığımız ilaçlar gibi. Bir süre sonra aldığımız doz işe yaramıyor ve dozu arttırmak ya da yeni bir ilaca/yeni bir rekabet alanına yönelmek gerekiyor.
Hep en önde olmak bir başarıysa, bu başarının bir kez kazanılmış olmasının yeterli olmadığını deneyimlerimizle biliyoruz. Çevremizde sürekli yarıştığımız insanlar varsa, hiçbir başarımız kalıcı olamaz ve bizi uzun süre mutlu edemez. Her başarı geçicidir, diğer insanlar da koşmaya devam etmektedirler; eski başarılar çabuk unutulur ve sürekli yeni başarılara imza atmak gerekir (Tenzer, 2009). Kısacası, başarıdan başarıya koşmak ve bunun için sürekli yarışmak aslında hiçbir zaman noktalanmayan bir süreçtir. Hangi başarı tam başarıdır? Neyi elde edersek rekabet sonlanır? Bir hedefe vardığımızı nasıl anlayacağız? Sorunun büyüğü, kişilerin bir hedef için yarışmaktan ziyade yalnızca iktidar hırsıyla, sadece üstte olmak için yarışmalarıyla ortaya çıkar. “O … ben ondan daha çok ...” Örneğin sıkışık bir trafikte bir araba öne geçmenin kime nasıl bir yararı olabilir? Birisi bizi eleştirdiğinde “Sen kendine bak! Sen de zaten ...!” demenin kime ne yararı olabilir?
Sürekli rekabet içinde olan kişiler kendilerini sürekli başkalarıyla karşılaştırırlar (Ernst, 2016). Ancak bu hırs zaman içinde kişiyi sıradanlaştırabilir, hep var olana uymak zorunda bırakabilir. Rekabetçi bir kişi her yaptığını savunur, diğer kişilere yaklaşımı öfkeli ve gergindir. Başkalarının onu görmesi artık onun hayat amacı olmuştur.
Rekabetin içinde olmak kadar, başkalarının rekabetini izlemek de heyecan vericidir. Çocuğunuzun katıldığı bir futbol maçı, dünya şampiyonası, okul birincisinin kim olacağı, yakın arkadaşlarınızın çocuklarının hangi okulları kazandığı. Bu durumlarda, dolaylı bir tatmin söz konusudur. Siz bir seyirci olarak hangi tarafla özdeşleştiniz? O kişi artık sizin bir uzantınız, sizin bir parçanız haline gelmiştir. Sizin kendinizi daha iyi hissetmenizde, özgüveninizin artmasında tuttuğunuz tarafın kazanmasının büyük önemi olacaktır.
İktidar hırsı ile sağlıklı rekabeti birbirinden ayırmak önemlidir. İktidar hırsı olan bir kişi yalnızca öne geçmek ister, kazanmak ister, daha doğru bir tanımla tek amacı galip gelmek ve diğerlerini alt etmektir. Oysa sağlıklı rekabette bir amaç vardır, örneğin en yararlı ilacı geliştirmek, en yararlı eğitim sistemini oluşturmak, insanın en rahat edeceği kumaş türünü bulmak, aslına en uygun doğal parkı oluşturmak gibi. Sağlıklı rekabet içinde bilgi paylaşımı ve işbirliği de yer alır. İktidar hırsının içinde kaçınılmaz olarak bir tutam haset de bulunur: “O olmasın ben olayım.” Bu bakış açısıyla da hayat bir süre sonra karşıdakini alt etmeye giden yollara dönüşür.
Rekabet olmasaydı…
Yapılan gözlemler, çocukların 2-3 yaşlarında birbirleriyle pek de rekabet etmezken, 6-7 yaşlarına geldiklerinde birbirleriyle ciddi şekilde rekabete girdiklerini gösteriyor (Clevenger, 1973). Dolayısıyla da insanın aklına “Rekabet duygusu doğuştan mı geliyor yoksa sonradan mı öğreniliyor?” sorusu geliyor. Eğitim sistemi, çocukları rekabet etmeleri konusunda da eğitiyor; “başarılı olan ödülü alır”. Bu takdirde, “başarılı olamayan da cezalandırılır”. Başarının ne olduğunun tanımı gerçekten çok önemli. Sadece ezbere dayalı bir sistemde en yüksek notu almak mı çevrecilile ilgili bir yarışmada birinci olmak mı? Ceza korkusu ile bir işe kalkışmak bizi ne kadar verimli kılar? Rakipler bir süre sonra “düşman”a dönüşür mü? Her çocuğun kendisine ait, bireysel eğitim programlarının uygulandığı eğitim sistemlerinde ise ödül sınıf arkadaşını geçmek olarak değil, çocuğun kendisine koyduğu hedefe ulaşıp ulaşmadığı ile değerlendirilmektedir; hedef çocuğun kendi kendiyle rekabet etmesidir.
Günümüz toplumlarında, özellikle de Batı toplumlarında rekabet olmadan başarının gelmeyeceğine dair güçlü bir inanış vardır, sanki rekabet olmazsa kimse kendini sıkıya sokmaz ve kendini geliştiremez (Hüther, 2015). Çivi, ampul, tekerlek, internet, elektrik akımı, kalem. Birçok icat ve keşif rekabet ortamında mı ortaya çıktı yoksa bunları bulan kişilerin merakları, sorgulamaları sonucunda mı? Newton yer çekimi kanununu ortaya koyduğunda kimleri geçmeye çalışıyordu? Bir çocuğun ya da yetişkinin kendi hayalleri (yine hayaller!), kendisi için belirlediği ölçütler, kendini görmek istediği bir yer yoksa, başkalarının belirlediği kalıplar, ortaya koyduğu hayaller içinde kendine yer bulmaya mahkumdur. “Sınıf arkadaşım bir dakika içinde beş yanlış yapıyorsa ama ben sadece üç yanlış yapıyorsam çok başarılı sayılırım.” “Basketbolda bizim takım karşı takımı üç puan farkla yendi. Biz daha başarılıyız, onları yendik!”
Rekabetçi bir bakış açısında, “daha” anlayışı ön plandadır; dolayısıyla da her “başarı” aslında görecelidir. Yani, birine göre daha iyi olursunuz, oysa bu iç sesinizi dinlediğinizde belki de sizin için pek de bir anlam ifade etmeyecek bir başarıdır. “Aslında yan gelip yatmak istiyorum, ama işte… Aslında çocuklara daha çok zaman ayırmak istiyorum, ama işte…. Aslında babamla balık tutmaya bayılıyorum, ama işte…”
BEN ne istiyorum?
-
Eski bir Kızılderili hikayesinde olduğu gibi belki de zaman zaman atlarımızı bağlamak ve ruhumuzun bedenimizi yakalamasını sağlamak önemli. Zihnin, ruhun ve bedenin bütünlük içinde olma halini hayatımızda kaç kez deneyimledik? Belki de o anlar aslında kendimizi en mutlu hissettiğimiz anlardı.
-
İçimizdeki o acımasızca eleştiren ses nereden geliyor? Bu sese bir ses vermek yararlı olabilir: “Beş para etmezsin! Herkes üç dil konuşuyor/ insanlar sürekli okuyor/ bak adam üçüncü evini aldı! Sen? Sen bir hiçsin!” Bu ses aslında kimin? Neden hala bizimle? Bize bir faydası mı var? Ya da bu kadar yüksek bir ses, bizi suçlu hissettirmekten başka nasıl bir işe yarıyor?” Bu sesin eleştirdiği tarafımız nasıl cevaplar veriyor? “Haklısın gerçekten, ben bir hiçim” mi diyor yoksa “Ama ben de ara sıra canımın istediği şeyleri yapmak istiyorum ya da hiçbir şey yapmamak istiyorum” mu diyor?
-
Hayatımıza anlam katmak önemli, ancak bu anlamı biz mi katıyoruz başkaları mı? Bizi gerçekten mutlu eden bir şeyi neden başkalarına da beğendirmek ve onların onayını almak zorundayız? Kimi zaman bize çok keyif veren bir alanı başkaları ile paylaştığımızda onların yüzünde umursamaz bir ifade görebiliriz. Bu ifade bizi hemen o işin değerini sorgulamaya mı itiyor?
-
Hedeflerimiz sadece kendimizle mi yoksa daha büyük amaçlarla mı ilgili?
Kendimize sormamız gereken ne kadar çok soru var! Tutkularımızı keşfetmek gerçekten de bir hazine sandığının kapağını kaldırmak gibi.