Özel Beyaz Bireysel Gelişim ve Aile Danışma Merkezi - 0212 231 6112 / 0532 201 4180

 

 

     “Sinirden patladım.” “Öfkeden gözüm döndü.” “Serinkanlılığımı korudum.” “Öfkeden gözüm karardı.” “Öfkemi yendim.” “Sinirim bozuldu.” “Öfkeme yenik düştüm.” “Kendimi zor tuttum.”  “Hiç renk vermedim.” “Kendimi topladım.”  “Kan beynime çıktı.” Öfke duygusu, günlük hayatımızın neredeyse her alanında karşımıza çıkıyor dersek çok da abartmış olmayız. Kaşları çatık, sert bakışlı, bedeni gergin, her an tetikte kişilerin sayısı ne kadar çok çevremizde.

Öfkelenmemek mümkün mü?

 

    Öfkelenmemek mümkün değildir, çünkü öfke bizim doğuştan getirdiğimiz bir duygudur ve hayatta kalmamız için de gereklidir. Öfke, bir bebeğin isteklerini, ihtiyaçlarını “dile getirmesini” sağlar; bebeğin doyuma ulaşması gereken bir ihtiyacı görülmediği zaman bebek tüm bedeniyle kasılır, gerilir, ağlar, kıpkırmızı olur ve annesinin dikkatini çekmeyi başarır. Bebeğe bakımveren kişi için bebeğin tepkileri bir alarm zili görevi görür, eli ayağı birbirine dolanır ve ne yapıp edip bebeğin ihtiyacını gidermeye çalışır.

 

     Çocuğun gelişimi boyunca öfkenin değişik hallerini ve işlevlerini gözlemleme fırsatımız da olur. Örneğin iki yaş dönemi öfkenin en yoğun yaşandığı dönemlerden biridir. Bu dönemin en tipik sözcükleri “Hayır!” ve “Ben!” dir. Bu dönemde çocuk öfkesiyle kendine alan açmaya başlar, kendi yeterliliklerini keşfetmek ister. Bebeklik döneminde bir yardım çağrısı olan öfke, artık bir “Benden uzak durun” çağrısına dönüşmüştür; öfke artık sadece beden üzerinden değil sözcüklerle de ifade edilmeye başlanmıştır.  Bir sonraki duygusal gelişim aşamasında ise, öfke artık rekabet ve kabul edilebilir yöntemlerle çatışma becerileri kazanmaya evrilir; yumruk yumruğa çatışmak yerine sözcükleri daha ustaca kullanmak, empati kurmak, daha “diplomatik” olmayı öğrenmek önemli olur. Öfkenin özellikle anne-babalar için “çok fazla” gelen bir duygu olduğu rahatlıkla söylenebilir. Kısaca, öfke, kişinin kendi sınırlarını keşfetmesi, alanını ve haklarını koruması, hayatta kendisine hedefler oluşturması, gerektiğinde sesini duyurması, bir amaç uğruna mücadele vermesi adına son derece gerekli bir duygudur. Öfke, bazı şeylerin yolunda gitmediğini fark etmemizi de sağlar. Öfkenin bu şekilde itici bir güce dönüşmesi “yapıcı” olarak tanımlanabilir.

 

Öfke duygusunun kötü şöhreti nereden geliyor?

 

     Öfke, nedense çoğu insanın kendisine yakıştıramadığı bir duygudur: “Ben hiç sinirlenmem, çok sakin bir insanım.” cümlesi genellikle gurur duyularak ifade edilir. O zaman da akla şu soru gelir: “Senin öfken nerede?” Doğuştan itibaren var olduğunu bildiğimiz bir duygu nasıl yok olabilir? Öte yandan öfkesini hiçbir şekilde denetleyemeyen insanlarla da sık sık karşılaşırız; öfke doğru bir şekilde yönlendirilmediğinde, son derece “yıkıcı” bir duyguya dönüşür. Öfkenin “bulaşıcı” olma özelliği de vardır. Öfke duygusunun kötü şöhreti, öfkenin nasıl ifade edildiği ile yakından bağlantılıdır. Ancak öfkenin açtığı yaralar ile ilgili çağrışımlar belki de bu şöhretin oluşmasında daha da etkilidir.

 

Yaralı öfke

 

     Arno Gruen (Nuber, 2005), öfke ve şiddetin çocukluk dönemindeki ihmal ve sevgi eksikliği ile doğrudan bağlantılı olduğunu söyler. Ancak, bu ihmalin her zaman çok belirgin olduğunu düşünmemek gerekir, fiziksel ya da sözlü şiddeti fark etmek kolaydır, ihmal ise kimi zaman küçük ayrıntılarda saklanır (Webb, 2019): “Anneni bu kadar üzmek istemezsin, değil mi? / Aslında iyi bir çocuk olmayı sen de çok istiyorsun, biliyorum. / Ama bak annen hasta oldu senin yüzünden.” Sürekli itaat etmeye ya da kendi benliği dışında davranmaya zorlanan bir çocuk giderek kendine yabancılaşmaya ve sonunda kendini sevmemeye başlar. Küçük yaşlarda yaşanan ihmal, suistimal, terk edilme gibi, çok korkutucu deneyimler (Liebman, 2008), çocuğun varlığıyla ilgili korku duymasına neden olur. Çocuk, “Yaşamaya devam edebilecek miyim yoksa yok mu edileceğim? Nereye kadar dayanabilirim?” gibi kaygılar yaşar.

 

     Çocuk, özellikle küçük yaşlarında kendi öfkesini taşımakta zorlanır; öfke çok güçlü, çok yoğun bir duygudur ve kimi zaman tek başına katlanılması mümkün değildir. Bu nedenle, kendi içinde dayanamadığı bu duyguyu anne-babasına yönlendirir, bir anlamda onlara emanet eder. Çocuğun anne-babasından beklediği bu duyguyu dönüştürmeleri ve onun baş edebileceği bir kıvama getirip ona geri vermeleridir. İşte öfke duygusuyla ilgili sorunlar da genellikle bu noktada ortaya çıkar. Anne-baba, çocuğun duygusunu anladıklarında, bu duyguyu isimlendirdiklerinde ve bu duyguyu bir nedene bağladıklarında, çocuğun öfkesi bir anda hafiflemeye başlar: “Evet, sana istediğin oyuncağı almadığımız için çok kızdın, doğru, insanın istediği bir şey olmadığı zaman kızabilir. Ama daha önce de konuşmuştuk, bugün oyuncak alma günü değil. İstersen, biraz sakinleşmeni bekleyelim ve dolaşmaya devam edelim, istersen eve dönelim.” Duygusu anlaşılan ve bu duygusu nedeniyle yargılanmayan bir çocuk, bir süre sonra kendisi de duygusu ile ilgili düşünebilmeye, isimlendirebilmeye ve ifade edebilmeye başlar.

 

     Ancak, ne yazık ki çocuk öfkesi karşısında çoğunlukla böyle bir tepkiyle karşılaşmaz, karşılaştığı ya kendinden daha kızgın ya çaresiz ve kırılgan ya da tutarsız anne-babalardır. Çocuğun bu duygusundan bir an önce kurtulması istenir. Çocuk, öfkesini sonlandırması için ya azar işitir, ceza alır, sürekli eleştirilir ya da çocuğun dağılan anne-babasını toparlaması gerekir. İki durum da çocuk için çok korkutucudur; kendisinin desteğe ihtiyacı olan bir noktada, kendi gereksinimlerini bir kenara koyup anne-babasının gereksinimlerine odaklanmak durumunda kalır. Sonuçta, çocuğun elinde kalan hiç işlenmemiş, çiğ bırakılmış bir öfke duygusudur. Duygusal ihmal bu şekilde gerçekleşir, çocuk yaşamı boyunca kendisine eşlik edecek olan bir narsistik kırılmayı duygu dünyasına dahil etmiş olur.

 

    Duygusal ihmale uğrayan çocuk, kendini gerçekleştirmek yerine çoğunlukla anne-babasının beklentilerine uygun davranmak zorundadır. Çocuk kendi içindeki duyguları bastırmaya uğraşır, çünkü bu duygular onun anne ve babasıyla olan ilişkisini zora sokar. Bir çocuğun bunu göze alması zordur, sonuçta anne ve babasının bakımına muhtaçtır. Çocuk bir dayanağa  ihtiyaç duyduğundan, kendini unutup anne-babasını idealize eder; anne-babası iyidir, yolunda gitmeyen bir şey varsa bundan kendisi sorumludur. Kısacası, ona bakım verenler “iyi”, kendisi “kötü”dür, aksini düşünmek çocuk açısından çok korkutucudur, çünkü ona bakımveren kişiler kötüyse o zaman kendisi de sürekli tehdit altında olacaktır. Artık kendisine ait tüm duygular, ihtiyaçlar ve yorumlar kendi varlığına yönelik birer tehdide dönüşür

 

    Çocuğun olumsuz duygularının yok sayılması kadar, çocuğun aşırı derecede şımartılması da aslında çocuğun duygularının yok sayılmasıdır. Onu üzebilecek her sonuç anne-babaları tarafımdan örtbas edilmiş, telafisi sağlanmıştır. Bu nedenle, bu çocuklarda utanma ve suçluluk duyguları gelişemez. Öte yandan bu çocuklar sürekli bir yetişkine bağımlı bir şekilde yaşamak zorundadırlar; çocuğun kendi benliği kaybolmuştur. İsteklerinin anında yerine gelmesi onlar açısından o kadar doğaldır ki, bir engelle karşılaşmak onlara tarifsiz bir öfke duygusu yaşatabilir. 

 

     Bu şekilde yetişmiş çocuklar, genellikle kendi benliklerini geliştirmek ve kendi süreçlerine odaklanmak yerine bir otorite figürüne yönelirler. Bu otorite figürleri, neyin nasıl yapılacağını belirleyen, somut hedefler koyan kişilerdir ve bu şekilde kişilerin zihni acı veren iç dünyalarından ziyade, dış dünyaya yönelir.

 

    Engellenme, tehdit altında hissetme, yetersizlik her gün sıklıkla rastlaştığımız durumlardır. Duygularını ve ihtiyaçlarını yok sayan kişilerin geliştirdiği davranış biçimlerinden biri de “cool/serinkanlı” gözükmektir. İlginç olan bu “cool/serinkanlı” duruşun da giderek makbul olması ve yaygınlaşması, diğer bir deyişle kişinin öfkesini saldırganlığa dönüştürmek yerine yoğun bir şekilde kontrol etmeye çalışmasıdır (Mees, 2012). Serinkanlı kişi her zaman çok rahat ve telaşsız görünür; kendisine yönelik tehditlere, aşağılamalara “gülüp geçer”. Bu kişiler, çok rahat gözükmelerine rağmen aslında duygulardan çok korkarlar, yetersiz görünmekten çekinirler, karşılaştırılmaktan kaçınırlar, kendilerinin asla olumsuz duygular yaşamadıklarına inanırlar, çünkü bu duyguları “güçlü ve egemen” kişi algısıya bağdaştırmazlar.

 

    Öte yandan, çocukların zihninin bir bölümü anne-babalarının gerçek kimliklerinin nasıl olduğunun bilincindedir. Bu farkındalık da çocuk açısından korkutucudur, çünkü anne ve babasının idealize edilmiş algılarıyla örtüşmemektedir. Bu kişiler gerçek bir sevgiyle karşılaştıklarında korkuya kapılırlar. Onlara gerçek sevgi ve ilgiyle yaklaşan kişiler bir süre sonra “kötü” olarak algılanır, zira tüm yaşamları boyunca yok saymaya çalıştıkları ihtiyaçlarını onlara yeniden hatırlatmış olurlar. Sevgiyi kolaylıkla sunabilen kişilere şüpheyle bakılır; sevgileri ya değersizleştirilir ya da arkasında bir çıkar aranır. Sevgi tam tersine bunu hiç sunamayan insanlardan beklenir. Bu ikiye bölünmüş iç dünya büyük bir kaygıya ve öfkeye yol açar. Gerçekten kabul edildiğini hiç hissetmeden büyüyen çocuklar genellikle ya öfkelerini kendilerine yönlendirirler ya her şeye uyum sağlarlar ya da kendilerine olan öfkelerini dışarıya yansıtırlar. “Güç”e karşı hayranlıkla karışık bir korku geliştirirler. Buna karşın kendi ihtiyaçlarını ve duygularını dile getiren kişileri de güçsüz ve başarısız olarak algılarlar. Ancak bastırılmış olan acı ve kendinden nefret etme duygusu yok olmaz; bu acı ve nefret düşmanlar yaratılarak onlara aktarılır.

 

    Nefret duygusu da öfkeyle en bağlantılı duygulardan biridir (Spech & Horsch, 2005). Yukarıda belirttiğimiz model üzerinden düşündüğümüzde, nefret bir “öteki” yaratma ihtiyacı ve onun tüm özelliklerini değersiz kılma şeklinde gelişir. Yaratılan “öteki” son derece tehdit edici olarak algılanır ve bu da nefreti haklı kılar.

 

     Öfkenin dışarıdaki bazı figürlere yansıtılması özellikle küçük çocuklarda sıkça gözlemlenebilir; çocuklar canavarlardan korkar, kaçırılacağını düşünür, başına bir şey gelmesi endişesi onun merak ve keşfetme dürtülerinin önüne geçer. Bu korkular, aslında çocuğun kendi içinde yaşadığı öfkenin ifadeleridir. Çocuk karşısındakine zarar vereceğinden korktuğu gibi kendi öfkesinin belli olacağından ya da öfkesini denetim altında tutamamaktan da korkar. Yaşla birlikte bu denetim giderek güçlenir ve katılaşır (Hall,1915). Hangi yaş olursa olsun, korku görülen yerde öfkeyi aramak gerekir.

O zaman…

 

Öfke, korunması gereken bir duygudur, öfke duygusu olmayan bir insan kendini dönüştüremez. O halde, öfke duygusundan “kurtulmayı” değil, bu duyguyu kendimiz için nasıl yararlı hale getireceğimizi düşünmemiz gerekir:

  • Kimi durumlarda öfke hissetmek son derece doğaldır. Örneğin öfkenin ortaya çıkmasındaki en önemli etmenlerden biri de “engellenme” duygusudur. Kişi ulaşmak istediği bir hedefe ulaşamadığında ve bu engellenmeyi kendisine mantıklı bir şekilde açıklayamadığında öfkelenebilir. Örneğin insanlar önüne geçtiği için otobüsü kaçırmak, karşısındaki kişinin anlatılanı dinlememesi gibi. Teknolojik aksaklıklara bağlı engellenme duygusu da giderek yaygınlaşmaktadır. Yavaş internet, bir anda çöken bilgisayarlar, suya düşen bir cep telefonun yoğun engellenmişlik duygusu ve öfke yaşatabilir (Tenzer, 2010).
  • Öfkenin “ayıp” olduğu fikrinden vazgeçmek atılacak ilk adımlardan biri olabilir. “Öfkelendim” demek, toplum içinde kişiyi saldırıya açık hale getirir. Kişinin bu duyguyu kendinde veya karşısındaki kişide fark etmesi ve yargılamaması ciddi bir antrenman gerektirir. Duyguyu “yakalamak”, onun bize hükmetmesi ihtimalini azaltır.
  • Bu duygunun bize ne anlattığını anlamaya çalışmak da önemlidir. “Bana ne demeye çalışıyorsun?” O anki öfke kişiyi korumaya mı çalışıyor, haklarının ihlal edildiği konusunda uyarmaya mı çalışıyor, eskiden anne-babasının ona davranış biçimini mi hatırlatıyor?
  • Duygu üzerine düşünebilmek, duygusal gelişimin en önemli göstergelerinden biridir ve kişinin en güçlü yönlerinden biri olabilir. Duyguyu yakalamak ve bir durumla bağlantılı hale getirmek, duygunun nasıl ifade edileceği yönünde yol gösterici olur.
  • Duyguyu beden üzerinden ifade etmek, kelimelerin henüz ulaşılmaz olduğunu gösterir. Öfke kimi zaman bedensel hastalıklar kimi zaman da sert eylemler üzerinden aktarılır, ancak bu aktarımlar iletişime pek olanak sağlamazlar. İletişim için kelimelere gereksinim vardır. Bu nedenle de küçük yaştan başlayarak, duygu kelimeleri kullanmak, olaylar, duygular ve ifade biçimleri arasında bağlantılar kurmak çok önemlidir. Herkes bu bağlantıları küçük yaşlarda öğrenme şansına sahip olmayabilir, ancak bu ileri yaşlarda da elde edilebilecek bir beceridir.
  • Öfke, sözle, yazıyla, bakışla kimi zaman o ortamda bulunarak kimi zaman da bulunmayarak, bir hedefe ve/veya bir ideale ulaşmak için çabalayarak, “hayır” diyerek hatta susarak ifade edilse…