20. yüzyılda başlayan yeni bir salgın can sıkıntısı. Can sıkıntısı, birçok insan için kaçınılması gereken bir durum. Anne-babalar ne çocuklarında ne de kendilerinde can sıkıntısına dayanabiliyorlar. Sanki can sıkıntısının hemen eğlenceli bir etkinlikle yer değiştirmesi gerekiyor. Çocuğunun canı sıkılan anne-baba, kendini yetersiz hissediyor, çocuğuna yeterince eğlence sağlayamıyormuş ya da kendisi yeterince ilginç değilmiş gibi hissediyor. Sıkılmak neredeyse utanılacak bir duygu. çocuğun bir şeyi beklerken yaşadığı mutsuzluk ya da sıkıntı, ebeveynlik açısından bir başarısızlık olarak algılanmaya başlandı. Anne-babalar, çevreden alacakları eleştirilerden korkar oldular. Belki de kendi zayıf kalan hayal güçleri ile yüzleşmek onları rahatsız etti.
Anne-babalar, çocukları doğduğu andan itibaren onun sıkılmaması için ellerinden geleni yapıyorlar. Kitaplardan, çeşitli internet sitelerinden, “influencer”lardan, her yaştaki çocukla neler yapılacağını, nelerin yapılması gerektiğini öğreniyorlar ve uygulamaya başlıyorlar. Çocuğun, olumsuz duygular yaşaması yasak gibi; her anın ilginç ve eğlenceli etkinliklerle dolması ise zorunlu. Zaten amacımız çocuğun “mutlu” olması değil mi? Çocuk, daha küçük yaşlardan itibaren hep kendisi için hazırlanmış bir ortamın içinde buluyor kendini; kendisinin tasarlaması gereken neredeyse hiçbir şey kalmıyor. Can sıkıntısı yaşanmaması için hayatın içine doldurulan şeyler anne-babalar için gerçekten anlamlı mı, yoksa sadece zamanın boş kalmaması için çevreden uyarlanmış etkinlikler mi?
Oysa, bir çocuk için beklemeyi, kendi oyunlarını kurmayı ve kendini yatıştırmayı öğrenmek son derece önemli. Çocuk biraz mızıldamaya başladığında, çevreden hemen öneriler gelmeye başlıyor. Günümüzde kişilerin kaygıya hiç tahammülleri yok; kendi kaygılarıyla yüzleşmekten kaçınıyorlar, başkalarının kaygısına dayanamıyorlar, çocuklarının kaygısı karşısında elleri ayakları birbirine dolanıyor. İnsanlar sanki kendilerini yeniden canlı hissetme olasılığı kalmamış gibi bir korkuya kapılıyorlar. Çocuğu mutlaka “oyalamak” gerekiyor. “Boş durmak” kişinin kendi içinde tamir edemediği meseleleri ile yüzleşmesi, onları hatırlaması olasılığını arttıran bir durum ve günümüzde çok az kişi kendi hasarlarını bilmek istiyor. Her şey mükemmelmiş gibi gözüken bir yaşam için de nefessiz kalana koşmak, hiç durmamak gerekiyor.
Winnicott, çocuğun “yeterince iyi bir anne” tarafından yetiştirilmiş olmasını önemle vurgular. Yeterince iyi bir anne, çocuğun gereksinimlerini görmezden gelmek ya da kendi gereksinimlerini çocuğa dayatmak yerine, çocuğun gereksinimlerini algılamaya çalışır ve bu ihtiyaçları, çocuk için uygun olabilecek şekilde gidermeye çalışır. Çocuk bu şekilde kendinin ve kendi dışındaki kişilerin farkına varmaya başlar. Varlığı “tanınmış ve onaylanmış” olan çocuk, artık kendi içini ve çevresini araştırmaya hazırdır; gerçekten o anda orada olabilir. Varlığı onaylanmamış çocuk ise ya boyun eğer ya da sürekli isyan eder; anı yaşaması neredeyse olanaksızdır, aklı hep başka yerdedir. Varlığı onaylanmış çocuk “gerçek” benliği ile, diğer bir deyişle tam da kendisi gibi, davranabilirken, onaylanmamış çocuk “sahte” bir benlikle yaşamına devam eder. Sahte benlik için kendi istekleri ve arzularından çok çevre önemlidir. Gerçek benliği ile yaşayabilen bir çocuğun kendilik algısı da bölünmemiştir, hayatındaki her şey bir süreklilik içindedir. Oysa, sahte kimlik algısı geliştirmiş bir çocuk için hayatı süreklilik değil kesintiler içerir; yaşadığı keyif duygusu, aldığı haz sürekli bölünmüş ve araya başka arzular girmiştir; annenin arzusu, babanın arzusu, kardeşlerin arzusu. Çocuk için başkalarından ayrı bir “kendisi” yoktur ve varolduğunu hissedebilmek için diğer insanlar ve nesneler vazgeçilmez hale gelir. Çocuk artık rahatlamayı, gevşemeyi arzulamaz, nesneler tarafından eğlendirilmeyi arzular. Ancak, ne yazık ki bir süre sonra ulaşılabilecek her nesne yetersiz kalmaya başlar. (Bu noktada, bağımlılıkların nasıl başlayabileceği, nasıl artabileceği ve nasıl vazgeçilmez olabilecekleri konusu da biraz daha netlik kazanmış oluyor.) Çocuğun hayal kurma ve kendini yatıştırma yetisi hiç gelişme fırsatı bulamadan yok olur. Çocuğun enerji yatırımı kendi içine değil dışarıdaki nesnelere doğru kayar. Fenichel (1951), kişinin “nasıl” harekete geçmesi gerektiğini bilmediğinden bahseder; bir nevi dışarıya mahkumiyet söz konusudur. Ancak, burada sadece dış dünyanın yetersizlikleri söz konusu değildir, kişi heyecan duyma becerisini de yitirmiştir.
Çocuğun kendi kendine oyun oynamasına izin verilmesi de can sıkıntısıyla baş edebilmesi açısından önemli koşullardan biridir. Çocuğun en önemli gereksinimlerinden biri, annesinin yanında, ancak kendi başına oynayabilmesi, yani, bir ilişkinin içinde yalnız başına da olabilmeyi öğrenebilmesidir. Anne, ancak çocuk arzu ederse, çocuğun oyununa katılır. Bu noktada itiraz eden anneleri duyabiliyor gibiyim. “Hani çocuğumuzla oynamamız gerekiyordu?” Evet, çocukla bir oyun ortamının içinde bulunmak önemlidir. Ancak daha önemli olan bu ortamın nasıl ve kim tarafından şekillendirildiğidir. Çocukla oyun oynamak dendiğinde, birçok anne-babanın anladığı şey, çocukla eğitici ve öğretici etkinlikler yapmak, çocuğa bilmediği şeyleri öğrenebileceği ortamlar yaratmak ya da oyunu başlatmak, oyunun konusunu bulmak, kısacası çocuğun heyecanı kendi içinde değil de hep dışarıda arayacağı ortamlar yaratmaktır. Çocukla oynamak deyince anlamamız gereken çocuğun oyununa eşlik etmek ya da o oyunu takip etmektir, o oyunun öncüsü olmak değil. Çocukların seçtikleri etkinlikler yetişkinlere ya yetersiz ya da sıkıcı gelir; o oyunu ya zenginleştirmek ya da daha heyecanlı kılmak isterler. Bu yapılmazsa, çocuğu desteklemek adına, örneğin resim yapmaktan hoşlanan bir çocuğa takım takım kağıt ve kalem alınır, legoyu seven bir çocuğa kutu kutu lego alınır, bu da yetmez, bu malzemelerle neler neler yapılabileceği çocuğa gösterilir. Tüm bunlar, çocuğun süreçlerine müdahale etmektir, yapabildiklerini ya da seçimlerini değersizleştirmektir. Çocuk, bir süre sonra ya anne-babasını umursamamaya başlar ya da yaptıklarını kendisi de yetersiz bulur ve anne-babadan öneri bekler. Winnicott’a göre kendisi olamamış ve oyunu bir kendini keşfetme aracı olarak kullanamayan çocuk için oyun artık kaygılarıyla yüzleşmek ve onların üstesinden gelmek üzere kullanacağı bir araç olmaktan çıkmıştır. Fenichel, kişinin duygusal olarak ne kadar gelişmiş ve ne kadar güçlü olduğunun ölçütlerinden birinin de tam aradığı şeyler olmamasına rağmen çevresindeki nesnelerle ve etkinliklerle ilgilenebilmesi, ilgisini onlara yönlendirebilmesi olduğunu belirtir.
Çocuğun beklemeyi öğrenmesi de can sıkıntısıyla baş edebilmesi için gereklidir. Her çocuğun hayatında bazı konuların askıya alındığı, belirsizliklerin yaşandığı anlar olur, örneğin tam denize gidilecekken eve bir komşu gelir ve anneyle kahve içer; bilgisayarda yeni bir oyuna başlayacakken bilgisayar babaya lazım olur. Beklemek sevilen bir şey değildir, bunu hepimiz biliyoruz. Beklemek kaçınılmaz olduğuna göre, bir şeyin nasıl beklendiği önemli. Beklemenin çok can sıkıcı olacağı varsayımıyla, her bekleme anında eline bir nesne tutuşturulmuş olan çocuk, bir süre sonra bir şeyi beklemesi gerektiğinde elinde bir şey tutmadan duramaz, hemen kaygılanmaya, mızıldanmaya veya kıpırdanmaya başlar. Bebek, bir süre sonra acıktığı anda yemeğin gelmeyeceğini ve beklemesi gerektiğini anlar. Evet, mutsuz olur, belki başlarda ağlar, ancak bir süre sonra yemeğin geleceğine ikna olur ve beklemeyi öğrenir. Aynı şey, kuyrukta beklemek, parkta salıncağın boşalmasını beklemek, gösteride sırasının gelmesini beklemek, lokantada yemeğin gelmesini beklemek gibi durumlar için de geçerlidir. Beklemeler, yani iki etkinlik arasında kalan aralar, kişinin kendiyle yalnız kaldığı zamanlardır. Ancak, birçok kişi için bu durum o kadar korkutucudur ki, hemen doldurulması gerekir. Daha önce de belirttiğim gibi, boşluk kaygı ve korku yaratır ve sanki bu duyguların hemen yok edilmesi gerekir. Bunun için alışverişten internete, kumardan madde kullanımına kadar birçok bağımlılık geliştirilir. Kişi kendini oyalamayı ve sakinleştirmeyi öğrenemediği için hep dışardan gelecek olan bir uyarana bağımlı olur; o nesne bir kurtarıcıya dönüşür. Çocukların ellerinden tabletlerin, telefonların düşmemesinin en belirgin nedenlerinden biri de bu değil midir? Çocuğun bir köşede oturup hayal kurması, aklına gelen fikirlerle dalması boşa geçen zaman olarak görülmüştür; çocukların “saçmalamalarına” izin verilmemiştir. Öte yandan anne-babalar sık sık çocuklarının ne kadar “saçma” davrandığından da bahsederler. Burada bahsedilen saçmalama ile bu durum arasında büyük bir fark vardır. Duygularına yer açılmamış çocuk, duygusunun ne olduğunu bilmez ve duygularını ayarlayamadan, ilkel bir şekilde dışa vurur, oysa sağlıklı saçmalamada merak vardır, heyecan vardır, keşif isteği vardır.
Csikszentmihalyi, “flow”/ “akış” kavramını oluşturduğu araştırmasında, akış içinde olan kişilerin can sıkıntısından uzak olduklarını fark etmiştir. Akışta olan kişiler, yaptıkları işin içinde kaybolmakta, o işle kendileri sanki bir bütünmüş gibi hissetmekte, zaman algılarını yitirmekte ve dikkatlerini o işe çok doğal bir şekilde verebilmekteydiler. Akışın sağlanması için kişinin becerileri ile yaptıkları işin uyum içinde olması çok önemlidir; iş kişiye göre basit ya da zor olduğunda bu duygunun yakalanması zordur. Ayrıca o işi yaparken kişinin neyi hedeflediğini bilmesi, örneğin keman çalarken sadece keyif mi alacak yoksa keman çalma becerisini mi geliştirecek ve yaptığı işle ilgili sonuçları hemen gözlemleyebilmesi de önemlidir. Yani, kişinin sonuçlarını çok sonra öğreneceği bir sınav içinde akışta olması olasılığı düşüktür.
Can sıkıntısı boşluk ve yok olmakla eş anlamlı olmaya başladıkça, çocuk esas istediğinin ne olduğunu da anlamamaya başlar. Önüne her türlü seçenek sunulsa da neyi istediğini bilemez. Tek istediği can sıkıntısından kurtulmaktır. Bu nedenle de anneler “Onu yap diyorum, istemem diyor, bunu yap diyorum istemem diyor” şeklinde yakınırlar. İçeri sıkışmış bir arzu, bir istek vardır ancak, çocuğun bu arzusunu neye yönlendireceği hakkında bir fikri yoktur (Calhoun, 2018). Karşısına çıkan tüm seçenekler “değersiz” olur. Çocuğun arzusuyla o arzuyu yerine getirebilecek olan arasındaki bağlantı artık kaybolmuştur ve ne sunulursa sunulsun, çocuk için sorusunun yanıtı olamaz. Greenson (Feyton, 2008), çocuk arzusunun ne olduğunu anlamaktan ne kadar uzaklaşırsa o kadar doyurulması zor bir hale geldiğinden bahseder, çocuk kendini adeta bir “ölü” gibi hissetmektedir. Bu duyguyla baş etmek için de giderek daha uçlarda etkinlikler aramaya başlar, sanki kendi kendini canlı tutmaya çalışıyor gibidir.
“Can sıkıntısı bir hazine sandığı mı?”
Can sıkıntısı çektiğimiz anlara bir odaklanalım. Can sıkıntısı biraz da annemizin çeyiz sandığı gibidir. Sandığı açarız, önce kokusu, sonra da içinden çıkanlar bize bir nostalji turu yaptırır. Görmek istediğimiz kadar görmek istemediğimiz eşyalarla da karşılaşırız. Örneğin içinde olmadığımız bir aile fotoğrafı bizi dışlanmış hissettirebilir, öte yandan bir dantel bizi çocukluğumuza götürebilir, annemizin düğün ayakkabılarını giyip kendimizi bir prenses gibi hissedebiliriz. Ama sadece bizim olmadığımız aile fotoğrafını kardeşimizin ilk ayakkabısını görmemek için sandığı açmaktan kaçınırsak, bizi aslında içimize, özümüze götürecek yolu da kapatmış oluruz. Can sıkıntısına yapılan güzellemeleri birçok yerde okuyoruz. Can sıkıntısının yaratıcılığı ortaya çıkardığından bahsediliyor. Muhtemelen doğru. Gözümüzü ayıramadan izlediğimiz filmleri, soluksuz okuduğumuz kitapları düşünelim. Bunları yaratan kişiler, tüm zamanlarını telefonlarının başında geçirmiyorlardı, her an arkadaşlarıyla programlar yapmıyorlardı.
Winnicott (Fenton, 2008), bir çocuğa ilk kez zaman ve alan verildiğinde çocuğun tereddüt ettiğinden bahseder. O alan belirsizliklerle, kaygıyla, hareket etsem mi etmesem mi düşünceleriyle doludur. Eğer, bu “an” çevreden gelen bir müdahale ile bölünmezse ve doldurulmazsa, çocuk o anı doldurma becerisini kazanır. Bu nedenle, anne-babanın çocuğun beklemesine tahammüllü olmaları tam da can alıcı noktadır. Anne-baba da çocuk da o belirsizlik ve “dağılma” anına dayanabilmelidir. Çocuk bu şekilde boşluklara dayanabilen ve kendi kendini yatıştırabilen bir yetişkin olabilir. Can sıkıntısı, zihnimizde ve içimizde bir alanı boş tutmak ve oraya nelerin dolacağını bekleyebilme kapasitesi demektir. Bunu söylemesi kolay olsa da uygulamanın zor olduğunu biliyoruz. Bu boşluk, “Acaba bugün yeni bir kazak mı örmeye başlasam? Dans kursuna mı yazılsam? Bir kısa öykü yazmak için aklıma şahane bir fikir geldi” gibi fikirlerle doldurulmak istenebilir.
Burada şu önemli noktayı gözden kaçırmamak gerekir. Bu boşluğa izin verdiğimizde yapacağımız seçimler, büyük ölçüde “gerçek kendimiz”in yapacağı seçimler olacaktır ve kendimizi iyi hissetmemizi sağlayacaktır. Bu seçimler, bize gerçek bir tatmin duygusu verecektir, çünkü “bizim”dir, ödünç alınmamışlardır. Çocuk, boşluğun çok da korkunç olmadığını ve o boşlukları kendi seçimleriyle doldurabileceğini fark ettiği noktada, kişilik gelişiminde büyük bir adım atmış olur. Başkalarının ne yaptığı daha az önemlidir; her an bir sürünün parçası olması gerekmez. Bu “yeterlilik” duygusunun sağlanması için de öncelikle anne-babaların can sıkıntısına tahammül edebilmeleri gerekir. Olgunlaşmanın en önemli ölçütlerinden birinin başkasının yanında da kendin gibi kalabilme kapasitesi olduğunu unutmayalım.