Ebeveynlerle yaptığımız ilk görüşmede onlara çocuğun planlanan bir çocuk olup olmadığını, onun doğumunu beklerken onunla ilgili nasıl hayaller kurduklarını, nelerden endişelendiklerini ve ona neden bu ismi verdiklerini mutlaka sorarız. Bu sorular, Winnicott’un da söylediği gibi bir bebeğin asla tek başına var olamayacağıyla yakından bağlantılı olan sorulardır. Ne de olsa bir bebek, annenin rahmine düştüğü andan itibaren değil, bir anne ve baba çiftinin zihnine düştüğü andan itibaren var olmaya başlar. Peki, insan neden bir bebek sahibi olmayı arzular? Bununla ilgili olarak birçok yanıt ortaya konmuş olsa da, konu bir insanın arzusu olduğu sürece her zaman bir muamma payı kalacaktır. Yine de, ulaşılamayacak bir alanın her zaman var olması bu sorunun peşine düşülemeyeceği anlamına gelmez.
Bu arzunun kökenlerini araştırmanın pek çok yolu var. Bu yazının yolunda, girizgahı bağlanma üzerinden yapmak istedim. Bağlanmayı kısaca insanların diğer kişilerle yakın ilişkiler kurma eğilimi olarak tanımlayabiliriz. Gelişim psikolojisinin araştırma alanında ise bağlanma daha çok bebek ve bakım veren arasındaki uzun süreli ve derin bir bağı kastetmektedir. Bütün bebekler, dünyaya gözlerini açtıkları andan itibaren çevresindeki kişilerle bir bağ kurma işi içinde bulurlar kendilerini. Fakat bağlanmanın ilk nüvesi bu doğum anında ortaya çıkmaz. Bir bebek, anne baba adayının çocuk sahibi olma arzusunun filizlenmesiyle birlikte bu arzunun beraberinde getirdiği ilk düşlemlerde şekillenmeye başlar. “Acaba kime benzeyecek?”. “Annesi gibi inatçı mı olacak yoksa babası gibi yumuşak başlı mı?”. “Umarım gözleri seninkiler gibi yeşil olur.”. Hatta çiftler sıklıkla kendi çocukluklarına dönüp kendi çocuk hallerini birbirlerine anlatırken bulurlar kendilerini. “Ben çocukken çok yaramazmışım. Ya o da bana çekerse, nasıl olur da baş ederim?”. Sonra isimler konuşulmaya başlanır. Kimi kendi ebeveyninin ismini vermek ister, kimi hiç tanımamış olsa da çok özlediği dedesinin ismini vermek ister. Kimi güncel, kimi ender, kimi de eskilerden bir isim vermeyi ister bu bebeğe. Bazıları ise hayranı olduğu bir sanatçının veya sporcunun ismi ile çağırmak ister çocuğunu, belki kendi çocuğu da bir gün o kusursuz kişi gibi olarak ailesini gururlandırır umuduyla. Bebeğe verilen bu isimlerde ve isimlerin veriliş hikayelerinde, anne babanın bebeklerine dair düşlemlerinin ve onunla kurdukları bağın mutlaka bir izi bulunur.
Bir kadının anne olmak ile ilgili arzusunu hem bir cinsiyet kimliği olarak kadın olmak ile özdeşleşmesinden hem de bir kız çocuğu olarak kendi annesi ile özdeşleşmesinden azade düşünemeyiz.* Bir kız çocuğu kendi cinsel organının ve onun bir erkek çocuğunun cinsel organından farkının idrakına küçük yaşlarda başlar. Yapısal olarak bedenin içerisinde olan kendi cinsel organının bu gizemli tarafı ona olan merakını arttırır. Annesine onunla ilgili sorular sorar, bir araştırma içerisine girer. Oyunlarında sıklıkla onun bakım veren olmak ile ilgili hayallerini izleriz. Genellikle annesi gibi karnında bebek taşır veya bir bebek büyütür. Bunu yaparken de annesinin sesini, duruşunu taklit eder. Bir erkeğin baba olma arzusu ise yine anne ile olan bu ilk özdeşleşmeden bağımsız değildir. Bir erkek çocuğu da, erken bağlanma deneyiminde bu besleyici ve yaratıcı anne ile özdeşleşir ve böylece yetişkin bir erkek bir bebek sahibi olmayı, onu beslemeyi, ona bakım vermeyi arzular. Hem erkek çocuklarının da genelde tişörtlerine birer yastık sıkıştırarak hamile taklidi yapmakla çok eğlendiklerini de görmez miyiz? Tabi ki bu gizemli arzunun tek cevabı sadece özdeşleşme değil.
Belki bir diğer cevap, kişinin kendini tamamlanmış ve tüm güçlü –eskilerin deyimiyle kadir-i mutlak- hissetme arzusu olabilir. Yunan mitolojisinde denir ki, aslında dört kollu ve dört bacaklı bir şekilde yaratılmış olan insanlar Zeus’un lanetiyle birlikte ikiye ayrılmış ve her bir yarım diğer yarısını ömrü boyunca aramaya mahkum edilmiş. Bu mit, çoğunlukla insanın neden ruh ikizini aradığını ve neden aşık olduğunu açıklamakta kullanılır. Ama çok daha basit bir meseleyi, insanın kendindeki eksiği tamamlamak ve bir olmak ile ilgili arzusunu, ele almaktadır. Bu arzu, iş bebek sahibi olmayı istemeye gelince de değişmez. Bir kadın, hamilelikle birlikte kendini çok daha bütün ve güçlü hissedeceğine inanabilir. Bedeninin bu yaratıcı tarafını deneyimlemeyi isteyebilir. Derinlerde bir yerde, bir bebeğin hayatındaki çok mühim bir eksiğin yerine oturacağını ve orayı dolduracağını düşünebilir. Bir erkek de yine üreterek ve kendi çocuğu ile özdeşleşerek bir bütün olmayı arzulayabilir. Yani, anne/baba olmayı istemek Zeus’un lanetine kafa tutmayı da içerir. Bir yandan da bu Yunan miti bizi bir gerçekle daha yüzleştirir. Aslında bir zamanlar, kısa bir süreliğine de olsa hepimiz annemiz ile bir idik ve bunu kaybettik. Bir çocuk sahibi olmak, çok yakın, iç içe bir ilişkinin hazzını da arzulamak demek. Kendi çocuğumuzla birlikte tamamlanmış hissetmenin hayali aslında bir zamanlar kendi annemizle bir olduğumuz zamanlara dönme arzusundan ayrı değildir. Bir annenin bebeğine bağlanabilmesi, o annenin kendi annesiyle bir olmasına ve bu ilk kaybın onarımına dair düşlemlerini bilinçaltında anımsamasına dayanır diyebiliriz.
Anne-baba adayının kendilerini müstakbel bebeklerinde aynalama isteği de bu bilinçaltı arzunun bileşenlerinden biri olarak gösterilebilir. Genellikle bir insan kendine dair olan imgesini sevmeye meyillidir. Bir yetişkinin çocuk sahibi olma arzusu, kendinin bir benzerini hatta belki de tıpatıp aynısını yaratacağına dair bir umudu da içerir. Çocuk, bu ölümlü dünyada kendimizin ve atalarımızın mevcudiyetinin kanlı canlı beyanı olacak olan bir ölümsüzlük fantezisinin ürünüdür demek çok da ileri gitmek olmaz. Yani, bir çocuk sahibi olarak Zeus’un lanetine kafa tuttuğumuz gibi ölümü de karşımıza almış oluyoruz. Fakat, işler göründüğü kadar kolay değil. Çünkü bir yandan da bir çocuk sahibi olmak bizim kuşaklar zincirinde bir adım daha ilerlediğimizin somut bir emaresidir. Bu adım bizi çocuk olmaktan anne veya baba olmaya götüren bir adımdır. Peki bu adım nereye doğrudur? Aslında ölüme doğru… İnsan, bir bebek sahibi olmak isterken içten içe kendi ölümsüzlüğünün tasdikini arasa da yine karşılaştığı şey kendi ölümlülüğünün ta kendisi olacak.
Sıklıkla ebeveynlerin kendi sahiplenemedikleri, başaramadıkları ve/veya tamamlayamadıkları hayallerinin yarım kalan işini çocuklarının omuzlarına yüklediklerini görürüz. Yani bir çocuk sahibi olmaya dair arzu anne-babanın kendi başaramadıklarını müstakbel çocuklarının başarabilmesiyle ilgili bir arzu olabiliyor. Bir yetişkin için hayat geldi ve geçiyor. Her geçen gün kişi kendi sınır ve yetersizlikleriyle daha çok yüzleşiyor ve bunları kabul etmeye daha çok yaklaşıyor. Muhtemelen bir hayat yolu, bir kariyer planı çizmiş oluyoruz ve sürprizlere yaşamımızda çok daha seyrek rastlıyoruz. Gelecekteki çocuğumuz ise tüm bu yetersizliklerimizi, sınırlarımızı, kabullenmiş gibi görünmelerimizi tersine çevirmek için bir umut olabilir. O, bizim çok isteyip de gidemediğimiz konservatuara gidebilir veya bir türlü sınavını kazanamadığımız o üniversitenin kapılarından girebilir ve hatta mezuniyet gününde bizi de o kapıdan içeriye gururla sokabilir. Artık günümüzde, bir anne ve babanın kendi çocuklarından bu tür beklentiler içerisinde olması çok da kabul edilir bir durum olarak görülmüyor. Anne ve babaların böyle bir hakkı olmadığı fikri ön planda. Özellikle ebeveynlerle yapılan ilk görüşmelerde çoğu terapistin benzer cümleleri duyduğunu biliyorum: “Onun sadece mutlu olmasını istiyoruz. Başka bir şey istemiyoruz.”. “İstediğini yapsın, yeter ki mutlu olsun. O özgür.”. Oysa ki, çocuğun her boş zamanının ebeveynleri tarafından planlandığı, aktivite ve etkinliklerle dolu bu hayat programında çocuk ile ilgili bu cümlelerin ortalıkta dolaşmasının pek de bir etkisi olmadığını ileri sürebilirim. Her ne kadar, eski usul anne ve babaların çocukları ile ilgili yüksek beklentilerinin o çocuğun gelişimini olumsuz etkilediği de aşikarsa da, tüm bu beklentiler hiç yokmuş gibi yapmak yerine bu beklentilerin kaçınılmaz olduğunu kabul etmek iyi bir başlangıç noktası olabilir. Çünkü bu beklentiler, aslında ana-babanın bilinçaltı duygu, düşünce ve ilişkilenmelerinin çocuklarına aktardıklarının saf bir hali. Ne kadar bencilce olsa da, tüm bu bilinçaltından aktarılanlar ise bir bebeğin arzulanmasında ve ebeveynlerinin onu kendi hayallerini tamamlayacak biricik kıymetlileri olarak görüp ona yatırım yapmasında hayati bir role sahip. Ve anne-babaların çocuklarına dair olan bu bilinçaltı beklentileri bir başka arzu ile daha ilgili: eskileri temize çekme arzusu. Bir çocuk bazen tüm kaybolan bağların bulunmasının ve onarılmasının sözünü verir ebeveynlerine. Anne ve babaların çocuklarına aktardıkları tüm bu düşlemlerin ve endişelerin gizemleri en çok da çocuğa verilen ismin hikayesini dinlerken ilmek ilmek çözülür.
Bir insan doğar, çocuk olur, büyür ve bir çocuğu olsun ister. İnsan yaşamında alışık olduğumuz basit bir döngü bu. Bir bebek sahibi olma arzusunun nedenlerini anlatmaya çalışırken işleri tıpkı bu döngü gibi basitleştirebilmek güzel olurdu. Bu arzunun peşine düşmenin en yalın yollarından biri burada yazılanlar olabilir. Ve daha yüzlerce de yol mümkün olabilir. Ama inanıyorum ki en çıkılası yol, bir çocuğun veya bir yetişkinin kendi terapisinde veya analizinde anne ve babasının arzusunda nereye konumlandığının izini sürdüğü yol olacaktır.
*Attachment and Psychoanalysis: Theory, Research, and Clinical Implications, by Morris N. Eagle. Copyright © 2013.